26 Aralık 2012 Çarşamba

Catapilla


Tarifi kolay olmayan gruplardan biridir Catapilla. 60 sonlarında kurulan grup, isim seçme konusunda çok zorlanmamıştır diye düşünüyorum. Kendilerine ilham veren “şeyi” grup ismi olarak seçmeleri çok olası; her ne kadar Catapilla, (Caterpillar) tırtıl demek olsa da. Aynı tabir Jefferson Airplane’in White Rabit şarkısının sözlerinde de geçmektedir ama konunun tırtıl ile uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur.

Catapilla gerçekten oldukça farklı bir o kadar da yaratıcı bir gruptur. 1971 ve 72 yıllarında üst üste 2 albüm çıkardıktan sonra resmen ortadan yok olmuşlar . Bildiğim kadarı ile saksafoncu Robert Clavert dışında müzkal kariyerine devam eden kimse yoktur.  

71 yılında aynı adla çıkardıkları ilk albüm janra anlamında tarifi oldukça güç bir albümdür. Temelinde Fusion (jazz-rock) motifleri olsa da genel anlamda Fusion veya Jazz gruplarından keskin biçimde ayrılan tarafları vardır. En başında da vokalist Anna Meek gelmektedir. Aslında grup ilk kurulduğunda kardeşi  Jo Meek düşünülmüş olsa da  vokal Anna’ya emanet edilmiştir. Sıradışı bir tarzı olan Meek’in sesi uçlarda gezmekte, bazen Aletta (Saturnalia), bazen Dagmar Krause (Henry Cow) bazen Inga Rumpf (Frumpy/Atlantis) bazen de catherine Ribeiro (Catherine Ribeiro & Alps) olmaktadır. Bu 4 sesi tanıyanlar saçmaladığımı düşünebilir ancak Anna Meek’i dinlediğinizde ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Dediğim gibi Fusion temelinde olsalar da Psychedelia, Heavy, Avant-Garde ve deneysellik müziklerinde sıkça rastlanılan akımlardır. 4 şarkıdan oluşan ilk albümün 24 dakikalık epic çalışması “Embryonic Fusion” yaratıcılığın güzel bir örneğidir. Şarkı saksafon önderliğinde keskin iniş çıkışlara sahiptir. Anna Meek’in şarkının orta bölümlerinde gitar solo sonrası yaptığı vokal Novalis’in vokalisti Mühlböck’ün Brandung albümünde Dämmerung yorumuna benziyor. Albümün ilk şarkısı Naked Death ise görece daha kısa (15 dakika) bir şarkı. Anna Meek’in şizofren performansı ile başlayan emprovize mainstream fusion temelinde devam eden müthiş bir gitar solo ile sonlanan harika bir çalışma. Albüm baştan sona uçlarda gezer ve nereye sürüklendiğinizin farkına bile varamazsınız.

İkinci Albümleri olan “Changes” da ilk dikkati çeken unsur grubun kendini geliştirdiğidir. Daha ayağı yere basan, daha sakin bir albümdür. Sanki ilkinde ki fırtına ve kaos bu albümde yerini dinginliğe bırakmıştır. Fusion temeli korunmuş ancak ilk albümde ki heavy unsurlar burada kendini yoğun olarak space ve psychedelia’ya bırakmıştır. Albüm genelinde saksafon kullanımı yine yoğundur. Daha duygusal ve göklerde gezen bir albümdür. İlk albüme kıyasla iniş çıkışlar o kadar yoğun değildir. Anna Meek tarafında da değişiklik  göze çarpar. İlk albümde sıkça başvurduğu çıkışlar bu albümde pek görülmez. Bu sefer Dagmar Krause’dir (Henry Cow) kendisi. Vokal neredeyse albümün tamamında echo’ludur. Özellikle 2. Şarkı Charing Cross’ta ki performansı oldukça etkileyicidir.  Hem vokal hem de albümün genel atmosferi  space-fusion diye uydurabileceğimiz, pek eşine rastlanmayan bir janraya taşır bizi.

Catapilla her 2 albümde de sizi alır başka başka diyarlara  götürür. Hayal gücünüzün sınırına bağlı olarak bir süre sonra nerede olduğunuzu şaşırırsınız.  İlk başta belki müziğe ve gruba alışmak kolay olmayabilir.  Ancak sebat etmenizi öneririm, çünkü son derece kaliteli, özel ve daha da önemlisi etkileyici bir gruptur. Frekansı yakaladıktan sonra kendinizi Catapilla’nın ellerine bırakın. Bilinçaltınızın izdüşümüne götürecektir sizi... 

19 Aralık 2012 Çarşamba

Hafızamın Bana Ettiğine Bak!


İnsan hafızası “Bağlamsal”dır. Bir şeyi hatırlamak için ipuçlarına ihtiyaç duyar. Bu ipuçları ne kadar fazla ve ipucunun bizde bıraktığı algının yelpazesi ne kadar geniş ise hatırlanan şeyin yanlış olma ihtimali de o kadar yüksek olur. Yani hantal ve güvenilmez bir yapısı vardır. Bazen bazı şeyleri hatırlamak için beynimizde eşleştirme yaparız veya beynimiz otomatik olarak eşleştirir.

Hayatta yaşadığım herşeyi hatırlamam mümkün değil. Geçen hafta ne yedim bilmiyorum. En son ne zaman davul çaldım? Son gittiğim konser? Son bir senede okuduğum kitaplar? Geçen hafta kaç defa içtim? Hatta ne içtim? Hatırlamıyorum işte. Belki biraz düşünsem bazılarını bulurum. Ama emin olamıyorum. Peki nasıl oluyor da yıllar önce yaşadığım bazı şeyleri hatırlayabiliyorum?

Muhtemelen bunun en oturan cevabı “sıradanlık” olsa gerek. Sıradan olan, rutin olan, alışıldık olana pek dikkat etmiyorum. Herkes gibi bende de iz bırakan anıları hatırlıyorum; genelde sıradışı olanı. Ama birşey fark ettim. Bunu bilerek yapmadım ama olmuş işte. Şimdi anlıyorum. Anılarımı deştiğimde, sıradan veya sıradışı fark etmez, gözümün önüne gelen imgelerin ardında soundtrack misali birşeyler çalıyor. Mekan veya olay farketmez. Her spesifik anımda aynı şarkı çalıyor; hiç değişmiyor. İmgeler, kendisine derinlerden çıkıp gelen yenileri ekledikçe soundtrack’de uzuyor. Adeta yapışmış, onun bir parçası olmuş. Başka birşey olamazmış gibi.

İşin garip tarafı anılar içerisindeki unuttuğum detayları hatırlamak için kafamın iyi ve soundtrack’inin açık olması çoğu zaman yetiyor. Terapi. Şaman kökenimin etkisi olsa gerek.  Beynimdekileri kusmak istediğim anlarda işe yaradığını çok gördüm.
Peki hafızamda böyle kaç bağıntı var? Bunun bir soundtrack’i olmadığı için düşünmem lazım. Kesin birşey çıkarmam mümkün değil ama anılarımı biraz deştiğimde bu eşleştirmeyi oldukça sık kullanmış olduğumu görüyorum.

Neler yok ki...ilk göğe! yükseldiğimde Pink Floyd-Set the controls for the heart of the sun vardı. Japonya Nagoya’da Uriah Heep – Shadows of Grief;  Nemrut Dağı diyince ilk aklıma gelen dağa tırmanırken yolda direksiyonu bırakıp böğürerek söylediğim The Doors- Take it as it comes; Viyana – Graz arası trende puslu havanın yarattığı sisin altında kalan dağ evlerini seyrederken Clear Light – Street Singer;  Hastalıktan geberdiğim ve 21 gün evden çıkmadığım günlerimde iğnenin bile pek yararının dokunmadığı, beynimin günlerce süren ağrılarla çatladığı, tam 6 kilo verdiğim dönemde Budka Suflera - Jest taki samotny dom;  Gecenin köründe Antalya’dan Belek’e giderken Biglietto Per’l Inferno – L’amico Suicida. 56 saati bulan  uykusuzluğum'da Igra Staklenih Perli - Pecurka...

Hakikaten uzadıkça uzuyo, bir sonu gelmeyecekmiş gibi duruyor. Hangi yaşanmışlığıma neleri yapıştırdığımı bilinçaltım  bilse de üst benliğim yeni yeni öğreniyor. Kendimde, kendimi öğreniyorum.... Bunun gibi birşey işte, açıklayamıyorum tam....



10 Aralık 2012 Pazartesi

Dünya Küçük


Parapsikolojiyi işin içine bulaştırmadan,  hepimizin başına ilginç tesadüfler gelmiştir. Bazen bunlar bir kıvılcım çakar ve işin peşine düşeriz; veya eksik parçalar bir araya gelir yap-boz tamamlanır. Hiç ummadığımız yerlere gideriz.

Geçenlerde ne dinlesem diye plaklarımı karıştırıken “Transit Express”i çekip çıkardım. Fransız ekolünü çok sevmesem de bu grubu ve özellikle 2. albümleri olan “Opus Progressif”i beğenirim. Kaliteli bir fusion grubudur. Bu plağı yanlış hatırlamıyorsam geçen sene Kadıköy Dipsahaf’tan almıştım. Türkiye’de bunu bulmuş olmama hala şaşkınım. Neyse, herzaman ki gibi kanepeye uzanıp müziği dinlerken plak kabını incelemeye başladım. Bu hiç vazgeçemediğim bir alışkanlığımdır. Bütün plak kaplarını ezbere bilsem de yine de elimde dolandırıp göz atarım hep. Plak sevgisi böyle bişey işte, düşüremezsin elinden, sever okşarsın sürekli...

Albümde en sevdiğim şarkılar olan son 2 şarkıyı (opus progressif part 1 & 2) dinlerken bir anda grupta keman çalanın kim olduğunu merak ettim. Sayısız grup ile ilgili araştırma yaptığımdan genelde isimleri bilirim veya bir şekilde duyarım. Ama Transit Express için hiç böyle birşey yapmamıştım. Kabın arkasını çevirdiğimde “David Rose” ismi ile karşılaştım. Sadece son 2 şarkıda çalmıştı. Sonra kendi kendime sordum bu David Rose Amerikalı Fred grubunun kemancısı David Rose olabilir mi? diye.

-Kısaca Fred’e değineyim: Fred zamanında albümleri yayınlanmamış, oldukça başarılı bir Fusion (her ne kadar ilk albümleri olan Fred bir psychedelic albüm olsa da devamında yapılan “Notes on a Picnic” ve “Live at the Bitter End” kayıtları tam anlamı ile Fusion temellidir.) grubudur. Grubun gitaristi Joe DeChristopher tarafından tutulan kayıtları 90’lar dan sonra cd olarak basılmış ve gün yüzüne çıkmıştır. Amerika, 70’ler de Avrupa ile olan müzik yarışında nal toplamış olmasının altında belki de Fred gibi oldukça yetenekli ve başarılı grupların değerlerinin bilinmemesi yatıyor olabilir.Fred, ilk dinlediğimden günden beri en sevdiğim Amerika’lı gruplar arasında üst sıralarda yer almıştır.-

İsim benzerliğidir diye düşündüm çünkü o zaman dünya bu günkü kadar küçük değildi diye bir önyargım vardı. Amerika ve Fransa arasında koca bir okyanus bugün de mevcut ama iletişim (ve karşılıklı etkilşim) anlamında o günler ile bu günler arasında ki fark çok daha büyüktü.

Denir ya hep: “Önyarılarından kurtul!” diye...Çünkü hayatta herşey mümkün; tıpkı David Rose’un Fred’den sonra Fransa’ya yerleşip “David Rose Group” adı altında Fransa’nın üst düzey müzisyenleri ile grup kurup tam  6 solo albüm çıkarması ve Transit Express’te çalmış olması gibi.

Enteresan ama kapta adı geçen David Rose, aklıma ilk gelen ama ihtimal vermediğim kişiydi. Güzel bir tesadüf oldu. En azından müziğini sevdiğim bir adamın ortadan kaybolmadığını, dinleyecek birçok materyal bıraktığını öğrendim. Hiç ortada yokken, gözleri kapatılan ve eline çikolata tutuşturulan çocuğun gözleri açılınca çok kısa şaşkınlığı takiben yaşadığı mutluluğun daha az mimikli ve volümlü haliydi hissettiğim...   
     

22 Kasım 2012 Perşembe

Progressive Rock'ın Kadın Vokalistleri (Bölüm-4)



Bazen ifadelerin, anlatımların değeri (gerçek veya yapay, farketmez) tezatlarının verilmesiyle ortaya çıkar. Bir arkadaşlığın değeri en çok, yalnızlıkta veya  düşman  ortamında anlaşılır. Biri fiziksel diğeri tinsel tezat. Din icadı değil mi şeytan imgesi ile insanlara korku salarak tanrıya yaklaştırmaya çalışan? İyiliğe (kime göre, neye göre?) görütmek için kötülüğü yaratmak...

Ne olursa olsun, hangi taraf seçilirse seçilsin karmaşık duygulardır asıl hakim olan. Şaşkınlık, öfke, korku, sevinç...doğruların karışımıdır aslında, subjektif doğruların... problemi de, güzelliği de, nefreti de provoke eden bu değil midir zaten? Kontrol edilebildiği oranda heyecanlıdır bu deniz. Aksi hali tehlikeli olabilir...
Comus tezatlıkların grubudur gözümde. Ayrı bir parantez’de, ayrı bir köşede konsantre olarak incelenmelidir. Çünkü bunu fazlası ile hak ediyor. Burada konumuz ise grubun beynimizi, ruhumuzu parçalayan tezatlıklarından biri: Bobbie Watson...  

16 yaşında macera uğruna okulu bırakıp Comus’un temellerini atan Roger Wootton, Glen Goring ve Andy Hellaby’nin yaşadığı Londra’da ki komün evine gelir. Evde hep müzik vardır; pikaptan veya canlı...Zaten akabinde Comus kurulur ve 1971’de epik, başyapıt albümleri “First Utterance”  çıkar. Albümde Watson, grubun en önemli adamı konumunda ki Roger Wootton ile vokali paylaşır. Wootton  kötü adam, şeytan, iblis iken Watson büyülü, nazik, melek tarafıdır. İlk single’ları Diana’da ki düetlerinde bunu açıkça görebilirsiniz. Watson’ın tek başına söylediği “The Harald” performansı oldukça etkileyicidir. Yine Wootten ile düet yaptığı “The Bite” ve albüm genelinde ki back vokali kesinlikle iyinin timsali...subjektif olarak...

“Principal Edwards Magic Theatre”,  Exeter üniversite’li 14 gencin okullarını bırakarak sanatsal amaçlar ile bir çiftlik evine yerleşip komün hayat kurmaları ile başlamış  oldu. Müzik temelinde ışık gösterileri ve dans ile bezenmiş folk müziğin önemli figürlerinden biri de etkileyici ve kendinden emin sesi ile Vivienne McAuliffe olmuştur. Meslektaşı Bobbie Watson’ a nazaran daha sakin ve olgun bir sese sahiptir. Özellikle “Autumn Lady Dancing” performansı  başarılıdır. Watson ile ortak yanları back vokal performansları birbirlerine yakın olmasıdır.

Zaman zaman wah wah eşliğinde heavy, çoğunlukla Jazz Rock temelli tarzına münhasır Catapilla’nın bir o kadar enteresan vokalisti Anna Meek’ten bahsetmemek büyük eksiklik olur. Kendisini bazen  Pell Mell’in vokalisti Rudolf Schonn’un kadın versiyonu olarak  görürüm. Sakin sesi bir anda çığrından çıkıp herşeyi darmadağın edebiliyor. Aynı şarkı içerisinde sesini farklı uçlarda kullanmayı, bu kadar keskin çizgilerde yapabilen nadir kişilerden biridir. 5 saniye içerisinde melek, şeytana dönüşebiliyor. Sesinin bir çok yerde müziğin önüne geçtiği aşikar.Ama kesinlikle vasat değil...ya dahice ya da çok kötü...tabi subjektif olarak...

1 Kasım 2012 Perşembe

Boline-Boline 1982


Yıllardır kendimce müzik dinlerim, yazı yazarım; en önemlisi sohbet ederim. Doğal olarak konuşulan konular hep -göreceli olarak- “güzel” olan üzerindir. Vasat gruplar için tek bir cümle kurmayı bile gereksiz görürüz. Cümle kursak da içinde pozitif  anlamda bir kelime bile yoktur açıkcası.
Bazı istisnalar yok değil. Eğer grup, kariyeri boyunca harika bir albüm çıkarmış ve devamında işler iyi gitmemişse, ağır eleştirilse dahi o “kötü” olanda zorla bir parça güzellik aranır; hatta bulunur. En azından kaale alınır. Bazı grupların bu şansı hiç olmaz. Belli ki bir heves ve güzel hedefler ile girilen o stüdyo onlara istediklerini vermemiştir.

Boline, daha yeni öğrendiğim Danimarkalı bir grup. İlk ve tek albümlerini 1982 yılında çıkarmışlar. Grup ile ilgili gözüme çarpan en önemli konu, 1978 yılında kendi adı ile albüm çıkaran multi-enstrümantalist Tomrerclaus’un da grupta olması. Bu ilk albümü, 2002 yılında çıkardığı “En Spade er en Spade” kadar başarılı olmasa da kendisi hatırı sayılır bir müzisyendir.

Boline, kısa şarkılardan oluşan “Crossover” “pop” “Senfonik” ve zaman zaman “Folk” ezgileri farklı vokal anlayışı ile yansıtmaya çalışan, repetitif melodilerin olduğu vasat bir albümdür. Müzikal anlamda bir yaratıcılığı veya yeniliği yoktur. Enstrüman kullanımı oldukça sıradan.

Albümü gözümde vasat yapan değerleri sıralasam da yine de güzel, kulağıma hoş gelen anlarda yok değil. Öncelikle dinamik bir albüm olduğu kesin. Klavye kullanımı belli bölümlerde hoşuma gitti. 2 küsür dakikalık “White Room” güzelce bir şarkı. “Alliance”’daki keman ve atmosfer hoşuma gitti. Bana Nekropsi’yi hatırlatan “La Dot” da fena olmayan bir şarkı.  

Göreceli olarak kötüye kötü demek kötü birşey değil bence; sadece bazen acımasız gibi geliyor bana. En azından verilen çabayı düşündüğümde. Boline, türünün en önemli örneklerinden biri olmasa da sundukları müzik vasat olsa da, yine de değerlendirilmeyi hak eden, binlerce kaybolmuş albümden sadece bir tanesi.  Unutmayın ki bu “vasat” dediğim müzik o dönemin dinamiklerine göre vasat. Bugün yapılan müzik için böyle bir karşılaştırma yapmıyorum. Görünen o ki gün geçtikçe müzikte kirlilik artmakta ve daha iyi şeyler üretme ihtimali ve isteği zayıflamakta, yani yenisi bir öncekinden daha iyi değil.

Yeni bir müzikal devrim gelmez ise o “vasat” dediklerimizi baş tacı yapabiliriz bir gün. Zaten 90’lardan sonra Avrupa’da eski albümlerin gün yüzüne çıkarılması veya yeniden basılmasının en önemli nedeni hala daha iyisinin bulunamamış olması değil mi? 

8 Ekim 2012 Pazartesi

Dream Catcher


Bazı adamlar vardır, vokal yaparken şarkıyı yaşar. Sesinin oktavının bir önemi yoktur; en aazından benim için. Bu adamları kuvvetli bir sese daima tercih etmişimdir.  Geçen gün bir arkadaşımda (man-erg) yine müzik günü yaparken böyle bir adamı dinledim. Jose Cid adı...Quarteto 1111 adlı 70’lere ait nadir Portekiz gruplarından birinin vokalisti, aynı zamanda klavyecisi.

2 şarkıdan oluşan 1975 çıkışlı “Onde, Quando, Como, Porquê Cantamos Pessoas Vivas” adlı albümün 2. Şarkısının ortalarına yakın bir bölümde başlayan ve 3-4 dakika süren bölüm söylediğim şeye vereceğim en güncel örnek.  Sadece ingilizce bildiğimden kendi dillerinde bu adamların ne demek istediğini hep merak etmişimdir. Neyse ki google translate var. Tam verim alamasam da en azından neden bahsettiğini anlayabiliyorum.

Bazen ne dediklerine özellikle bakmıyorum. Aslından çoğunlukla bakmıyorum. Moduma göre her dinlediğimde kendimce bir anlam çıkarmayı seviyorum. Bir nevi sözleri ben yazmış oluyorum. O an ne hissediyorsam o oluveriyorlar...ne güzel değil mi? Her dinlediğimde farklı bir deneyim. Mona Lisa misali, ben ne açıdan bakarsam bakayım o da hep bana bakıyor, gülümsüyor.  

Genelde müzik bana bunu yaptırır. Ama ben vokalde de kendime böyle bir yol buldum. Hayalim için her gün yeni bir macera. Ta ki vapur iskeleye yanaşana kadar...Sonrası gerçek hayat, sözlerin anlamı kesin orada. Değiştirmek için, kendince anlam yüklemek için çabalarsın yıllarca ama çok kısıtlı bir zafer elde edebilirsin. Çok fazla şey değiştiremezsin, senin için daha önceden belirlenen raylara sadık kalman gerekecektir. Ama hiçbir şey seni hayalinin sana verdikleri kadar özgür kılamaz:  kurallar yok orada, ayıp yok, zaman kavramı yok. Kimse hesap sormaz sana. Belki de kendince özgür olabildiğin tek yerdir hayal dünyan. Fütursuzca düşünebilirsin.

Tabi bu boyuta geçmek için bir aracı, yardımcı gerekecektir. bir Dream Catcher...Müzik buna çok uygun ve sadık bir aracı. Giderken yanınıza almanız gerken şeyler için birkaç ipucu vereyim:  Biglietto Per’l inferno – L’amico Suicida, Budka Suflera - Jest Taki Samotny Dom, Campo Di Marte – Primo Tempo, Ange - Les Longues Nuits D'Isaac, Osanna – Oro Caldo, Quella Vecchia Locanda - Un Giorno, Un Amico...

Yetmezse haber verin...:)

24 Eylül 2012 Pazartesi

Das Lied Des Teufels

Das Lied des Teufels, (the song of devil) Türkçe “şeytanın şarkısı” anlamına geliyor. Aslında bu isim 1971 yılında Politik,  kraut – Fusion ekseninde müzik yapan Hanuman adlı Alman grubun yine aynı ismi taşıyan albümünde bir şarkı. Grup, 2. Albümde ismini Hanuman’dan Lied Des Teufels’e çevirmiş ve 2. albümlerini de bu isimle çıkarmışlar.

Burada amacım Hanuman (veya Lied Des Teufels) tanıtımı yapmak veya şarkı sözlerinden bahsetmek değil. Zaten Almanca bilmiyorum. J Ama bu isim bana  gerçekten Şeytan’ın şarkısı olabilecek, bana bu çağrışımı yaptırabilen şarkılar veya gruplar var mı diye sordurtuyor ister istemez. Böyle düşününce aklıma hemen İtalyan Goblin geliyor. 70’ler de ünlü İtalyan Yönetmen Dario Argento’nun korku filmlerine (örn: Profondo Rosso, Suspiria... ) enstrümantal soundtrack’ler yapmış bir gruptur. Profondo Rosso, Roller ve Suspiria albümleri “Şeytan’ın müziği” ne örnek verilebilir sanki...

Aklıma Comus geldi... tabi ki First Utterance albümünden “Drip Drip” adlı şaheser. Folk grubunun Şeytan ile ilişkilendirilmesi pek kolay rastlanan bir olay olmasa gerek. Ama ne yapayım aklıma geliyor işte. Drip Drip yeryüzünde yapılmış en güzel, depresif, agresif, romantik, deli, hüzünlü, çılgın, şizofren, başyapıt... şarkılardan biridir. Bu şarkıyı bilenler ne demek istediğim çoktan anladılar zaten, bilmeyenlere zehrin ip ucunu verdim bile...işin Şeytan tarafına gelince: tecavüze uğramış ve asılmış bir kızın katili tarafından tasvirinin yapıldığı sözler, Roger Wootten’ın vokali ile hem cani, hem de seven ve acıyan bir adamın yaşadığı çıkmazı ve depresyonu  aynı vücuda sokması ve bunu iliklerinize kadar işletmesi, her dinledikten sonra şarkıyı bir kat daha vazgeçilmez kılan müzik ve atmosfer böyle düşünmem de etkili olmakta...bu şarkı Şeytan’ın ruhunu taşıyor...

İtalyan Biglietto Per’l inferno İtalyanların en önemli gruplarından biri olduğunu biliyorsunuzdur.  İlk albümlerinin başyapıtı L’amico Suicida (my friends suicide-arkadaşımın intiharı) aklıma gelen diğer bir örnek.  Şarkının sözlerinde neden bahsettiklerini bilmediğim günlerde bile beni çok etkileyen bir şarkı olmuştur bu. Bir İtalyan tanıdığıma yıllar önce dinlettiğimde sözlerine tepkisi (aman tanrım!) olmuştu. Şarkı ölü bir bedenin detaylı tasvirini içeriyormuş. Claudio Canali’nin sesi bu betimlemede en önemli payın sahibi...Şeytan’ın Rüzgarı...

Şu ana kadar vokalden gittik ama aklıma Amon Düül 2’nin Yeti albümünden “She came through the chimney” geldi. 3 dakikalık bu kısa ve enstrümantal şarkı da kullanılan efekler, kemanın ağır duruşu ve yaratılan karmaşa şeytanın işine benziyor...

Arthur Brown aklıma geldi dersem sanırım şaşırmazsınız. 68 yılında The Crazy World of Arthur Brown albümü ile Psychedelia döneminin en önemli birkaç albümünden birine imza atmakla kalmamış, o dönemin şarkı sözlerine ve anlayışına karşı tabu yıkan cüretkarlıkta şeytan ve ateş’ten bahsetmiştir. En önemli eseri “Fire” bugün bile o dönemden miras en popüler şarkılardan biridir. Arthur Brown sahne performansı ile bu concept albümü enteresan ve o güne kadar görülmemiş biçimde süslemiştir.  Düşündsenize, Tom Jones, Engelbert, The Byrds, Animals,...vb. dinleyen gençlik bir anda sahnede pelerinli, yüzünde boya ve maske olan, kafasında ters çevrilmiş, şakaklarından boynuna doğru tutturulmuş üzeri yanan bir tas ile  sahnede “Fire, I’ll take you to burn...” diye bağıran, garip garip dans eden bir adam görüyor. Şeytanın vücuda gelmiş hali...

Don Bradshaw Leather...bu bir adamın ismi mi? Yoksa hayali, takma bir isim mi? pek kimse bilmiyor. 1972 yılında çıkan “The Distance Between us” albümün, kimin tarafından yapıldığı bugün bile muammadır. Bir yerde okuduğuma göre kız kardeşi ortaya çıkmış ve abisinin öldüğünü ve bu albümün de ona ait olduğunu söylemiştir. Doğrudur, yanlıştır bilemem ama bu hikaye bile bazı Şeytansal bağlantılar yapmam için yeterli. Müziğe gelince, sadece klavye ile yapılmış 4 tane 20 dk. civarında şarkıdan oluşan bir albüm. Ama tahmin edeceğinizden daha yaratıcı işler çıkarılmış. Mod’u yakalayabilirseniz oldukça etkili olabilen bir albüm. O mod şeytan olabilir, dikkat edin...

İsviçreli Psychedelic Kraut grubu Brainticket’ın ilk albümü Cottonwoodhill’dan Brainticket part1 ve part 3, repetitif hammond’u, Dawn Muir’in Şeytanı kadına indirgeyen sesi, atmosferi ve efekleri ile bu başlığa yakışan eserler.

Veya Coupla Prog’un “Tochter in Delirium” adlı enstrümantal şarkısı...Repetitif bass ve gitar tınıları, yavaş yavaş tırmanan ve bir anda sakinleşen tempo,  hammond’un tonu tam şeytan işi....

Biliyorsunuz ki beynimiz bilgisayar gibi her datayı taramaktan ziyade ipuçlarından yola çıkarak çalışır. Yani hafızamız “bağlamsal’dır. İşte benim hafızamın ilk öne çıkardıkları bunlar. Ya sizin?

12 Eylül 2012 Çarşamba

Özgürlüğe Ağıt


Özgürlük nedir? Bir insan ne kadar özgür olabilir? Özgürlüğü hangi boyutta algılar ve nasıl yorumlar? Özgürlüğü ne limitler? ve bu sınırları koyanlara bu hakkı kim vermiştir? Bu ve bunun gibi özgürlük temalı sorulara herkesin bir öznel cevabı olacaktır. Bu güne kadar asla genel kabul gören bir yanıta ulaşılamamıştır.  2 rakamın çarpışmasından ve sonsuza kadar devam eden ”Pi” sayısı gibi... En iyi ihtimalle “yaklaşık” bir sonuç çıkar.

Aslında “dogma” dır bizi özgür kılamayan şey. Özgür  olduğumuzu zannederiz. Halbuki habis, iç organlarımızda kendine çoktan bir yer edinmiş, diğer organları da safına çekmiş de haberimiz yok. Sigara karartmış,  göremiyoruz iç tarafta ciğerin de aslında çoktan kokuşmuş olduğunu. Bağımlılık ile bağlılığı karıştırmışız hep. En önemli farkımız olarak gördüğümüz beynimizin işlevlerini hiçe saymışız. “neden?” dahi diyemez olmuşuz.  Halbuki soru sorma güdüsü bizim  insan olarak doğuştan gelen en önemli yetilerimizden biri, daha doğrusu biriydi; Nasıl ki ateşin keşfinden sonra çiğ et öğütme görevini üstlenen kör bağırsağın mutasyon sürecinden mağlup ayrılması gibi...

 Evrim süreci aslında tersine gidiyor: hayvandan geldik, biraz uzaklaştık ve yine hayvana geri dönüyoruz.
Peki insanoğlu genel kabul gören tanımlar çerçevesinde hiç özgür oldu mu? Bilmiyorum; Zannetmiyorum. Ama belli zamanlar “yaklaşık” bir yerlere gelinmiş olduğunu  biliyorum.  Özgür düşünce yoksa, düşünce özgürlüğü de gelişmez. Tıpkı pamuğun yetişmesi için bol bol ısıya ihtiyaç duyması gibi. Biri diğerinin altyapısıdır aslında.

Bir örneğe indirgeyecek olur isek:  60 ve 70 lerde ki gençlik akımı, tabulara karşı koyuşları, hayata ve insanlığa bakışları, savaşa karşı duruşları..vb. kısaca doğum anında sahip olmaları gereken ancak nesnel, geçerli bir neden olmadan ellerinden zorla alınmış veya hiç sahip olamadıkları şeyler için mücadele eden ve bu bilincin kıyısına yaklaşamamış insanların algı kapılarını açmaya çalışan bir kuşak doğurdu. Kaçınılmaz olarak hayata dair her alana yansıdı bu arzu. Bu blog’un konusu olan müzik’te bunlardan sadece bir tanesi. Neden 70’lerin grupları efsane? Neden plakları uçuk fiyatlara satılıyor? eski posterler, biletler, afişler, fotoğraflar elden ele geziyor? Neden  sayısız cover yapılıyor? Ve neden o yıllar da daha doğmamış insanlar sanki o günlerdeymiş gibi yaşamaya çalışıyor veya yaşamayı arzuluyor?  

Neden yapılanların aynısı tekrarlanmıyor?  Halbuki artık her anlamda  imkanlar daha fazla. Daha iyisi olacağına kötü taklitten öteye gidilemiyor. Tüm bunları düşündüğümde, soruyorum  “peki eksik olan o ne?” Acaba bu eksiklik “özgür olma isteği” veya “özgür düşünce” bilincinin yitirilmesinden kaynaklanıyor olabilir mi?

O gün insan için kötü olan herhangi bir şeye karşı duygusal duruş bugün yerini duygusuz umursamazlığa bıraktı. Düşünce ve duygular aynı havuzda boğuldu veya iyi ihtimalle can çakişmete. Bu bir döngünün neticesi; bu bir sinsilenin halkası;

Bu belki de sonun başlangıcı....

3 Eylül 2012 Pazartesi

Just a Man in My Prime


Sanırım orta 2’deydim. Jethro Tull sevgim yerinin Uriah Heep hastalığına bırakmış, günlerim, David Byron’ın sesi ile büyülenmekle, edindiğim “best of” kaseti ile çığırından çıkmakla geçiyordu. Bahsi geçen yıllarda internet diye birşey yoktu. Cd’ de neredeyse hiç bir yerde yok, olsa da çok pahalıydı...yani yıl 91 falandı..

Ailece tatile gidilmenin mecbur olduğu o yaşlarda, bu mecburiyetin varlığını sorgulama döneminin eşiğine gelmiş bir genç olarak pek te istekli gitmemiştim o yaz bizimkilerle. Gittiğimiz yer Antalya’da yerden 700 mt. yukarıda “Magic Mount” adlı güzel bir oteldi. Tabi böyle bir otele ulaşım oldukça zordu ve bir kere çıkınca aşağı inmek büyük külfet geliyordu. Yukarısı tam bir inizva yeri. İnanılmaz güzel bir manzara; sol tarafın Antalya şehri, sağ tarafın kemer yolu, arkan dağ, önün deniz...Çocuk kafasında tanrının bulunduğu bulutlardan bakabiliyorsun dünyaya. Kötü tarafı otelden başka hiçbir şeyin olmaması. Havuz, restoran, disko ve odalardan oluşan otelde en inanılmaz olan restoranın 45 dakikada bir etrafında tur atması. Tabi kimse masada oturmayıp yemek tabakları elinde, pencere kenarında manzaraya hayretler içerisinde bakıyor.

Manzara 13-14 yaşındaki bir çocuk için çok bişey ifade etmiyordu. Ne yapayım bende sabah akşam havuza girip, walkman ile müzik dinliyordum. Bir de restoranda aile saadeti hakimiyetinde yemek yiyorduk.

O gün restoranda farklı birşey oldu ve Jethro Tull “said she was a dancer” çalmaya başladı. İnanamadım. Eski radyocu abilerimizin tabiri ile “hafif batı müziği” çalan bir yerde Jethro Tull çalıyordu, hem de çok sevdiğim bir şarkı. Masadan müziğin kaynağına ulaşmak için hemen fırladım. Kim çalıyordu bunu acaba? Daha önce görmediğim biri olmak zorunda. Ne de olsa 4 gündür burdayım ve bu müziğin civarına hiç gelinmemişti. Restoran, kendi etrafında döndüğü için yuvarlak bir yapıdaydı. Ancak dairenin merkez bölümü mecburen sabitti. Sizin de restorana girişiniz merkezden yapılıyordu. Hemen solunuzda bir bar, onun yanında müzik ekipmanlarının olduğu bir bölüm vardı. Tabi ben hemen oraya koştum ve 4 gündür orda olmayan kişiyi hemen fark ettim. “jethro tull bu” dedim. Sanırım yaşımdan beklenmeyecek bir cümle sarf ettiğim için  şaşkın bir ifade ile bir süre bana baktı ve sonra “dinler misin?”  dedi. Muhabbet böyle başladı.

Öğrendim ki Otel’in sahibinin yeğeni ve İstanbul’dan yazın çalışmak için gelmiş otele. Annemler yemek yerken biz hemen Led Zeppelin, Deep Purple muhabbetlerine başlamıştık. Muhabbet bi yana, konuşulan şarkıları restoranda çalmaya başladı. Hafif Batı Müziğinden, Whola Lotta Love’a, Highway Star’a keskin geçişler yaşandı.
Konu, benim gözdem Uriah Heep’e gelmişti sonunda. Arkadaş çevremde grubu pek bilen yoktu. Ben ileride ki lise yıllarım da dahil neredeyse tüm okula ezberletmiştim grubu. Tabi illegal şekilde, oturduğum sıralara şarkı isimlerini kazımamın bunda payı çok büyüktü.  Hele bir de kredili sistemde okuduğum için neredeyse her dersi farklı sınıftam almam da cabası.

Neyse konu açıldı. Uriah Heep konusunda diğerleri kadar bilgisi yoktu. Ben hemen başladım tabi. Bana grubun bir şarkısından bahsetti. Adını bilmediği şarkıdan oldukça etkilenmişti. Bende hemen sıraladım. “kesin july morning’dir”; “yok yok budur”...hiç biri değildi. Bana bahsettiği şarkı ve melodisi benim UH literatürümde yoktu. Allahtan kaset yanındaydı; hemen odasına gidip kaseti getirdi.

Walkman’de hemen dinlemeye başladım. Kötü bir kayıttı, restorana veremezdik sesi. Byron zaten adamımdı ama bu şarkıda adam bir başkaydı. Hele sonu...inanılmazdı. Hayatımda bundan daha güzel bir şarkı dinlememiştim. Sevinçten gebermek bu olsa gerek. Delirmiştim. Dinledikçe daha beter sarıyordu. Evet buna benzer hikayelerim vardı; Marillon Blind Curve gibi ama bu çoook başkaydı... Çocukla muhabbeti bırakmış, manzaraya bakarak bu şarkıyı dinliyordum. Ara ara kafamı ona çevirip hayretle bakıyordum. Böyle bir şarkı olamazdı....Baya bi süre dinledikten sonra kulaklığı çıkardım ve tekrar muhabbete başladık ama ben kopmuştum. Bir şarkıya aşık olmanın ne demek olduğunu en derin biçimde yaşıyordum. “demiştim sana” dedi.

Neyse şarkıyı kopyaladık ve tatilim sadece adını bilmediğim bir şarkıyı dinleyerek geçti,...Ankara'ya döndük, okullar açıldı ve ben elimdeki kötü kayıtla millete dinletmeye başladım şarkıyı. Liseye geçtiğim sene Uriah Heep’i bilen bir arkadaşımla muhabbet ediyorduk. Kendisinde grubun bir plağı olduğunu söyledi. Bende ona best of kasetimden bahsettim. Geri almak üzere değiş tokuş ettik.

Albüm, Gatefold (açılır kapak) değildi, arka yüzünde şarkı sözleri vardı. Birçoğunu bilmiyordum. O gün herzaman ki gibi okuldan kızılay'da ki dolmuş durağına yürüdüm eve gitmek için. Dolmuşta eve gitmeyi beklerken arka yüzde ki şarkı sözlerini okumaya başladım. Son şarkının sözlerini okurkan kan beynime sıçradı. Bulmuştum, oydu işte. Aylarca şarkı sözlerini o kötü kayıttan çıkarmaya çalışıp şarkının ismini tahmin etmecilik oynuyordum. Alakasızdı, çok alakasız. Tahmin edemezdim, mümkün değil. Ama önemli değil elimdeydi, bulmuştum. Çizik mi diye kontrol ettim, değildi. Yarım saat içinde dinliyor olacaktım, hem de plaktan. Bir daha okudum emin olayım diye, tekrar baktım çiziği var mı diye. Yol boyu aynısını yaptım. Sakin olamıyordum.

Sonraki süreçte uzunca bir süre her gün dinledim. Bugün binlerce albüm dinlemiş biri olarak o şarkının yeri bende hep ayrı kalacaktır. Hep “en sevdiğim şarkı” olacaktır, daha iyisini bulsam bile. Çünkü biliyorum, hiçbiri o şarkıyı dinlediğim anda ki gibi çarpmayacak bir daha. Hiçbiri o şaşkınlığımı yaşatmayacak bir daha..ve hiç bir zaman 13 yaşında olmayacağım bir daha....

Bu arada o şarkı Sweet Freedom albümünden Pilgrim’di...

NOT: Resimler otelin gerçek görüntüleridir.

25 Ağustos 2012 Cumartesi

Kvartetten Som Sprängde - Kattvals


Enteresandır, 70'lerin İskandinav ekolünden çıkan ve kötü diyebileceğiniz bir gruba kolay kolay rastlayamazsınız. (İsveç'in başını çektiği İskandinav'lar ile ilgili daha önce detaylı bir yazı  yazmıştım.) Kvartetten Som Sprangde'de bu ekolün bayrak gruplarından biridir. 

Adını “Birger Sjöberg” adlı bir yazarın 1924 yılında yazmış olduğu kitaptan alan bu İsveçli grup, 3 kişiden oluşmasına rağmen aslında 4 kişi olarak kuruldu.

Grubun ismi Kvartetten Som Sprangde (The Quantet that Blew Up), yani "Patlayan/Patlamış Dörtlü" anlamına gelmektedir. :) Ancak Margareta Söderberg (Vokal), yani grubun dördüncü elemanı, müzik anlayışının grup ile örtüşmediğini düşündüğünden gruptan ayrılmış. Grup da isim değiştirmemiş ve vokalist olmadan enstrümantal olarak devam etmişler. Bence çok da isabetli olmuş. Vokal bu müziğe ne derece yakışırdı bilemiyorum.

Tarz olarak Fusion’a (Jazz-Rock) yakın dururlar. Tabi az biraz psychedelic ve folk’a teğet geçerler. Grupta ilk dikkati çeken bir basistlerinin olmaması. Hellman, bas işini klavye ile halletmiş. Diğer bir husus da yine aynı adamın kullandığı Hammond B3…Harika bir atmosfer yaratmış. Sjöberg’in gitar kullanımı -ki bazı bölümlerde çift gitar kullanmıştır- Santana’yı andırır. Ek bilgi olarak 1978 yılında çıkardığı “finn” adında birde albümü bulunmaktadır. O da ayrıca tavsiye olunur. ABBA ile yaptığı çalışma belki sizi ilgilendirebilir ama ben ilgilenmiyorum.

Albüme gelince; baştan sona aynı kalite ve güzellikte devam eder. Gitarın ve Hammond’ın sürüklediği bir atmosferde yüzen şarkılardan oluşan albümde neredeyse tüm parçalar birbirinden güzeldir. Subjektif olarak “Gånglåt Från Valhallavägen” birkaç milim daha ileride sanki. Albüm içseldir. Tarz olarak farklı tarafta dursalar da, Danimarka'lı "Alrune Rod" grubunun yarattığı insanın içine işleyen bulutlu hava yakın komşuları Kvartetten Som Sprangde'de de görülür. Genelde Fusion gruplarında bu havaya sıkça rastlanmaz. Olan örnekler de genelde iskandinavlar'dan çıkmıştır.   

Scandinavian Prog  tarzının önemli gruplarından biridir. Ne yazık ki sadece bir albümleri var. 3 kişi ile daha ne yapılabilirdi bilemiyorum. Harika bir albüm. 

10 Ağustos 2012 Cuma

BU TELEFON DEFTERİNİ YE! (Gong hakkında faideli bilgiler)




Benim en sevdiğim gruplardan biri bunlar. Kurucuları Daevid Allen aslında Soft Machine'in gitaristi ve beyni fakat 1968 senesinde grup bir turneden İngiltere'ye dönerken Daevid Allen kominist olmasıyla ilgili bir meseleden dolayı ülkeye sokulmuyor o da Fransa'ya göç ediyor, Soft Machine de onsuz devam etmek durumunda kalıyor. Fransa'da çevresinde topladığı müzisyenlerle Gong'u kuruyor 1969-70 senelerinde. İlk albümleri Camembert Electrique aslında grubun soundu hakkında ilk notasından sinyalleri veriyor. Bunlar ilk dönemlerinden beri trip grubu sayılır. ileri düzeyde LSD ve bilimum ot kullanımı sonrasında uçup uçup süper eğlenceli müzikler yapıyorlar. Böyle Rock jazz progresif saykedelik space blues her şey var bunlarda. İlk dönemlerinde grup tamamen Daevid Allen'ın kontrolünde ve onun yarattığı hayali GONG gezegeninde geçen komik ve enteresan olayları anlatıyor. Aslında bu ilk dönem albümlerindeki telepatik cüceler, Çömlek kafalı perilerle falan ilgili eğlenceli hikayelerin süper metaforlar olduğu, altında derin felsefi manalar olduğu konusunda rivayetler olsa da ben o hikayeleri olduğu gibi kabul etmeyi tercih edenlerdenim. Böyle otostopçunun galaksi rehberi kıvamında hikayeler bunlar. Her neyse ilk abümlerinden sonra GONG gezegeni ile ilgili bir üçleme ile devam ediyorlar. Flying Teapot (1972) Angel's Egg (1973) ve You (1974). Bunların üçü de süper albümlerdir. Gruptaki kaliteli müzisyen sayısı da her albümde artmakta ve yeni gelenlerin müziğe yaptıkları ama hikayelere yapmadıkları katkı dolayısıyla Gong soundu da her geçen albümde biraz daha müziği ön plana çıkartıp hikayeyi geri plana iten bir duruma geliyor. Üçlemenin ilk albümü Flying teapot mesela süper eğlenceli bol hikayeli bir albüm ama müzik gelmekte olan albümlerle kıyaslandığında biraz zayıf. Üçlemenin son albümü You'nun ise yarısından çoğu enstrümantal. Artık ağırlık müzikte tamamen ama işin güzel tarafı müziklerindeki uçukluktan bir şey kaybetmiyorlar müzik ön planda ama LSD kafası hakim yani. Bu üçlemenin 2. albümü Angels egg benim ilk dinlediğim ve en sevdiğim Gong albümü. Bence burada kaliteli müzik ve Gong'u Gong yapan hikaye tam kıvamda. İkisi de  birbirine üstünlük sağlamamış. Süper leziz bir albümdür bu özellikle 2. yüzü şaheser kıvamında. You albümünün turunda grup farklı davulcu arayışlarına giriyor ve Bill Bruford bir kaç ay bunlarla çalıyor. Ne yazık ki yasal bir konser ve ya stüdyo kaydı yok Bruford'lu Gong'un ama SBD kaydı süper bootlegler mevcut. Neyse You turundan sonra Daevid Allen kendi grubundan ayrılıyor ve grubun önderliği üflemelici Didier Malherbe namı diğer Blomdido Bad de Grasse'ye kalıyor. 1975 senesinde grup olarak yaptıkları şarkılar 2 abümde toplanıyor. Bunlardan birincisi Gong'un Shamal albümü. Müthş bir Jazz-rock albümüdür sevenlere duyrulur. Diğeri de gitarist Steve Hillage'ın ilk solo albümü olarak etiketlenen Fish Rising aLbümü. Her iki albümde de aşağı yukarı aynı kadro çalmakta. Steve Hillage daha bağımsızlığını ilan etmeden kısa bir süre önce kaydedilmiş Live at Sherwood Forest konser albümünde bu iki albümdeki şarkıların da harika verdiyonlarını bulmak mümkündür. 1975'ten sonra Steve Hillage solo müzistyen olarak devam ediyor, geri kalanlar da Gong ismiyle Jazz-rock tadında 2 albüm daha kaydediiyorlar Allan Holdsworth'un çaldığı Gazeuze (1976) ve Mick taylor'ın çaldığı Expresso 2 (1977). Bu dönemde grubun liderliği Didier Malherbe'den davulcu Pierre Moerlen'e kayıyor yavaş yavaş. 1977 senesinde Malherbe'nin de gruptan ayrılmasıyla artık orjinal Gong kadrosundan kimse kalmadığı ve dahi artık yapılan müziğin de orjinal Gong ile pek bir bağlantısı kalmadığı için Pierre Moerlen grubun ismini Pierre Moerlen's Gong olarak değiştiriyor ve 80'lerin başına kadar böyle new agey jazz-rock tadında çok güzel albümler yapıyorlar. Özellikle 1978 senesinden Downwind albümleri harikadır. Mike oldfield ve Mick Taylor da konuk müzisyen olarak çalıyorlar bu albümde. Grubun günümüze kadar uzanan hikayesinde tabi daha çok fazla albüm çok fazla Gong türevi bulunmakla birlikte ana dönemi bu şekilde özetleyebilirim. Diğerleri hakkında da yazarım bir ara.

9 Ağustos 2012 Perşembe

Man-Erg


Bu şarkıyı her dinlediğimde çok sevdiğim bir arkadaşımın yaşadığı  olay aklıma gelir. Bilmeyenler için söyleyeyim Man-Erg, Van Der Graaf Generator’ın “Pawn Hearts” adlı albümünün bir şarkısıdır. Yaşanan olay küçük çaplı bir astral seyahat.

Bizim gibi adamlar müziği seven, dinlerken de kendini kaybeden adamlardır. Sağa sola saldırdığımız, etrafı yıkıp döktüğümüz olmamıştır. İnfilak daima kendi bünyemizde gerçekleşir. Yaşanması muhteşem ama eminim dışarıdan seyretmesi bir o kadar da komiktir. Valla umurumuzda mı, tabiki hayır. Bir nevi trans hali; o hale bürünmüş bir insan nasıl kendini nasıl kontrol edebilir ki? Ne demek istediğimi anlıyorsanız şanslısınız demektir.

İtalyanları ilk keşfettiğimizde harıl harıl İtalyanca bilen adam aradık. Aradık, çünkü şarkı da ne söylediklerini merak ediyorduk. Bizi transa sokacak bir şarkı veya albüm bulduğumuzda hemen birbirimiz ile paylaşmayı, trans halini beraber yaşamayı, dinlerken ortamdan kopup farklı diyarlara gitmeyi düşündük hep.
Belki böyle yüzlerce şarkıyla dünya ile ilişkimizi kesip, kopup gittik. Hatırlarım  ilk Samba Pardon (Alcatraz) dinlediğim günü. O ne güzdel flüt-gitar atışmasıdır. Veya orta 1 deyken Uriah Heep’in Pilgrim’i. 10 saattten fazla bir süre aynı şarkıyı üstüste dinleyip durmuştum. Ne uçuştu ama...

Ya da Embryo’nun Dreaming Girls’ü, Biglietto Per’l inferno’nun Lamico Suicida’sı, Comus’un Drip Drip’i, Eela Craig’in Indra Elegy’si, Pell Mell’in Maldou’su...”bitmeyen trans halleri”...Huzurun farklı bir boyutu. 

Suratlar hep güler bu moda girince. Eller kollar ile garip hareketler yapılır bilinçsizce. Bir çocuğun dondurma yerken ki hali gibi görünür. Zararı yoktur etrafa...anlamayan için komiktir. Bilen içinde yaşarken gidilen farklı bir dünya...   

İşte Man-Erg ile aynı transı yaşayan, hatta daha da ötesine geçerek kendi bedeninden yükselen sonra geri gelen arkadaşım aklıma gelir bu şarkıyı her dinlediğimde. 

Ne demiş Jim Morrison: “Kayıp cenneti arayan bir adam, diğer tarafı hiç düşlememiş birine aptal gözükebilir...”


Not: Kendisi bu yüzden “man-erg” nick’ini kullanır. Türkiye’de progressive rock’ı takip edenlerdenseniz bu nick’e zaten rastlamış, yazılarını okumuşsunuzdur. Kendisi halen progturk’te yazmaktadır. 

6 Ağustos 2012 Pazartesi

Progressive Rock'ın Kadın Vokalistleri (Bölüm-3)


70’lerin Fransa’sın da müzikal anlamda öne çıkan gruplar genelde Zeuhl, Fusion, ROI akımlarından etkilenmişlerdir. Senfonik anlamda diğer ülkelere nazaran daha az sayıda örnek gösterilebilir.Gitarist  Jean Piere Alarcen’in kurduğu Sandrose  bu anlamda Fransa’dan çıkmış en önemli gruplardan biridir. Eden Rose adlı grubun devamı olan Sandrose’da grup elemanları anlamında  tek fark vokalist Rose Podwojny (Laurens) ’dir. Tarz olarak Senfonik müziğe kayan grup sadece 1 albüm çıkarabilmiştir. Grubun başarısında 18 yaşında ki Rose’un güçlü ve hüzünlü sesi  önemli bir etkendir. Bazı bölümlerde sesinin gereksiz yere zorlauyor gibi görünse de “Never good at saying goodbye” ve “to take him away” şarkılarında ki performansı oldukça başarılıdır. Rose gruptan ayrıldıktan sonra kariyerini Rose Laurens olarak pop müzik yaparak geçirmiştir.

Müzikal anlamda bir cennet ülkesi olan İsveç ‘in gözden uzak gruplarından biri olan Radiomöbel , psyhedelic ve space rock karışımı 2 albüm yapmıştır. Bunlardan 1978 yılında çıkardıkları ve görece olarak daha başarılı olan Gudang Garam enstrümantal ağırlıklı bir albümdür.  Bildiğim kadarı ile müzikal anlamda sadece bu albümde yer almış olan vokalist Carin Bohlin vokal bölümlerinde kullandığı kısık sesi  grubun müziği ile güzelce örtüşmüş; vokal rengi, amatör ama müzkal anlamda başarılı olan grubu tamamlamıştır. “Flugornas Morgon” ve “Hostsang” şarkılarında ki performansı dinlemeye değerdir.

80’lerden itibaren kitleleri tam anlamı ile tatmin eden bir müzik çıkmadığından eskiye rağbet duyulmuş, çıkan albümler yeniden, çıkmayanlar ise ilk defa rafları doldurmuştur.  90’lı yıllarda özellikle bazı Alman firmaları, 70 yıllarda yayınlanmayan veya sınırlı sayıda basılan albümleri gün yüzüne  çıkarmaya başladılar. Bunların arasında Bas’ta Ahmet Güvenç, Davulda Hüseyin Sultanoğlu ve Gitar/Vokal’de Aydın Çakuş’un oluşturduğu, prodüktörlüğünü Cem Karaca’nın yaptığı “Bunalımlar / Grup Bunalım” da vardı.  “Lear”, Avrupanın göbeğinde olmasına rağmen 70’lere pek fazla grup kazandıramamış olan İsviçre’den çıkmış ama albümü hiç basılamamış bir gruptur. Psychedelic, Heavy Prog tadında olan bu güzel albümün vokali adını bilmedim son derece yetetenkli bir kadın tarafından yapılmaktadır. Adını bilmediğim ses,  Sandrose’dan Rose Laurens ile Dawn Muir arasında gidip gelmektedir. Ne yazık ki bu albümü bulmanız pek te kolay değil. Ama bulursanız özellikle “President” performansına dikkat edin. “The Bomb”, “If you go away”, “The Moon Stood Still” şarkıları diğer başarılı şarkılardır. 

17 Temmuz 2012 Salı

Jon Lord Hayatını Kaybetti


Kötü bir haber...Deep Purple efsanesinin kurucularından, büyük üstad Jon Lord hayatını kaybetti...Rock dünyası gelmiş geçmiş en büyük müzisyenlerinden birini yitirdi...

Ne şanslıyım ki 98'de canlı gözlerle performansını seyredebildim...


11 Temmuz 2012 Çarşamba

Quella Vecchia Locanda - Il Tempo Della Gioia


70’lerin İtalyasının en önemli çıktılarından biridir il tempo della gioia..Grubun kendi adını taşıyan ilk albümünün ardından çıkardıkları 2. ve maalesef son albümdür.

60’lar da yaşanan ekonomik kaos İtalya’da Rock müzik altyapısı oluşamamasında önemli bir etmendi. Ancak 60’ların sonlarına doğru özellikle konservatuar eğitimi almış gençlerin yenilik arayışı, yaptıkları müziğe de yansımaya başladı. Aynı yıllarda bugün janra’ya kimliğini kazandıran gruplar kurulmaya başlandı. Bu gruplar, İtalyan pop müziği olan musica leggera, 60 sonları dünyayı saran psychedelia ve beat ile kendi eğitimlerini bir havuzda topladılar. Tabi progressive dünyasının o zaman ki merkezi olan İngiltere’den de etkilendiklerini es geçmemek gerekir.

Quella Vechia Locanda, İtalyan Senfonik müziğin daha çok jazz’a yakın tarafında durur. Onları bir fusion grubu olarak nitelendirmek yanlış olmaz;  sadece eksik olur. Klasik eğitimli 6 gencin kurduğu grup İtalyan senfonik kültüründen etkilenmiş olsa da  müziklerini daha da zenginleştirmişlerdir. Müzikalite ve yaratıcılık konularında müzik dünyasında eşleri azdır. Adını saydığımız, bildiğimiz, popüler olan çoğu grubun çok çok ötesindeler. İtalyan olmaları, şarkıların popüler kültürden uzak olması, uzun pasajlar, iniş çıkışlar, sadece 2 albümlerinin olması ...vb. onları olmaları gereken yerden uzakta tutmuştur. Bu, sadece onların değil, dönemin birçok grubunun ortak durumudur.

Müziklerinde keman ve piyano ön planda olsa da geniş bir enstrüman envanterine (keman, gitar, bas, davul, klavye, flüt, saksafon)  sahip olmaları zaten başarılı olduklar yaratıcılık konusunda gruba zenginlik katmıştır.  Şarkı ayırt etmeden sahip olunması gereken aalbümün  4. Şarkısı “Un Giorno, Un Amico” grubun müziğinin muhteşem bir özetidir. İniş-çıkışları, enstrüman kullanımı, geçişler, müzikalite, vokal, yaratıcılık üst düzeydedir. Albümün depresif bir tarafının da olduğunu belirtmek lazım; bir yerde okumuştum “Pastoral” belki daha doğru bir kelime olacak grubu tanımlamak için...

Hep aynı duyguya kapılıyorum  bu grubu dinleyince. Devamının gelmemiş olması garip bir hüzün veriyor. Bir yandan da çok popüler olmasını da istemiyor gibiyim. Herkesin bilmesi sanki değerlerini düşürecekmiş gibi...Belki sadece 2 albüm çıkarmaları, olası kötü bir 3. veya 4. albüm çıkarmalarını engelledi... Belki de keyfi sadece bize kalmalı. Çok bencilce oldu bu...

Bu çelişkili duygularımı bir kenara bırakırsam her “müzik sever” in edinmesi, bilmesi, öğrenmesi gereken bir gruptur Quella Vecchia Locanda...Eğer daha dinlemediyseniz, ufkunuz çok genişleyecek buna emin olun. Tercihen yanlız ve hiçbirşeyle uğraşmaz iken dinleyin onları...

26 Haziran 2012 Salı

Progressive Rock'ın Kadın Vokalistleri (Bölüm-2)


“Brainticket”, 70’lerin zengin müzik dünyasına en az katkı yapan Avrupa  ülkelerden biri olan İsviçre kökenli olarak kabul edilseler de aslında farklı ülkelerden bir araya gelmiş müzisyenlerden oluşan bir gruptu. İlk 3 albümleri Cottonwoodhill, Psychonaut ve Celestiel Ocean ayrı ayrı incelenmesi gereken, Psychedelia Krautrock ve Kozmik müziğin en önemli örneklerinin başında gelen albümlerdendir. Bu bölüme konu olmasının nedeni 3 albümde 2 farklı kadın vokalist kullanılmasıdır.

Cottonwoodhill grubun ilk başarılı albümüdür. Bu albümde yaratılan Space, Kozmik atmofer, “Dawn Muir” in belki de eşi olmayan orgazm öncesi seksi, keskin, sıkıntılı ve çağlayan sesi ile tamamlanmış, ortaya eşsiz bir albüm çıkmıştır. Muir’in “Brainticket part I ve II” performansı inanılmazdır.
Muir’ın yerine  Psychonaut ve Celestial Ocean’da  “Jane Free” yer almış Muir’in aksine daha dingin bir ses ile müzikal atmosfere katkı sağlamıştır.

Deep Purple’ın Child in Time parçasını ben dahil sevmeyen, taktir etmeyen yoktur sanırım. Yıllar önce şarkının giriş melodisinin çalıntı olduğunu duyduğumda bu olaya inanmamış ama kendi kulaklarımla orjinalini dinledikten sonra ikna olmuştum. “It’s a Beatiful Day” grubunu ilk böyle tanımıştım. Tabi ki  Jon Lord’un esinlendiği !!!! “Bombay Calling” şarkısı ile...”Patti Santos” daha 17 yaşındayken bir manavda keşfedilmiş ve sonra grubun vokalisti olmuştur. Amerikalı grup It’s a beautiful day’in billboard’lara tırmanmasında, grubun ülke çapında tanınmasında Santos’un mainstream tarza uyan sesi oldukça faydalı olmuştur. Maalesef kendisi 1989 yılında, bir araba kazasında vefat etmiştir.

 90’lara ve 2000’lere gelindiğinde Avrupa’da birçok firma  70’lerin müziğini yeniden basma furyası başlatmış, bu araştırmalar sayesinde  zamanında yayınlanmamış, oldukça güzel albümler bulmuşlardır .(Bizde ki “21. Peron” buna en güzel örnektir). Bunlardan biri İngiliz “Axe” grubudur.  60 sonlarında kurulmuş grubun 69 yılında kayıt edilen ve 90’lar da günyüzüne çıkan “Live & Studio” albümü, dönem müziğini seven birçok kişiyi oldukça etkilemiştir. Bunda grubun gayet başarılı icra ettiği Psychedelic müziğin yanında “Vivienne” in vokali de etkili olmuştur. Özellikle “Strange Sights and Crimson Nights” ve “The Child Dreams” performansları başarılıdır.

Portekiz, Fransa işbiliğinden doğan “Cathrine Ribeiro”,  70’lerin Fransa’sın da en önemli figürlerden biriydi. Sert Fransizca’sı ile söylediği şarkılar, birçok enstrüman icat eden Patrice Moullet ve Ribeiro  işbirliği ile kurulan Cathrine Ribeiro & Alpes döneminde yankı buldu. Sert tonlardaki teatral sesini avant-garde, folk psychedelic ve deneysel müzik yapan grup ile çok uyumlu bir biçimde füzyonlamıştır. Ribeiro oldukça etkileyici bir sestir; özellikle “Paix” ve “Silen von Kathy” performansları eşsizdir. Kendisi 60 sonlarından bu yana hep müziğin için olmuş halen aktif kariyerine devam etmektedir. 

20 Haziran 2012 Çarşamba

Progressive Rock'ın Kadın Vokalistleri (Bölüm-1)


Geçen gün bir arkadaşımla sohbet ederken konu vokalistlerden açıldı. Tabi konumuz progressive rock olunca konuşulanlar 70’lerin vokalistleriydi. Evet progressive rock, müzik ağırlıklıdır ama iyi bir sese de kimse hayır demez. Hele bu ses bir kadına aitse...

Tüm rock camiasında erkek vokale daha sık rastlanır. Ama aynı camia da kadın vokalistin yeri her zaman ayrıdır. Daima daha fazla ilgi görmüşlerdir. Bunun birçok nedeni vardır:  Göreceli olarak Rock müziğin sert imajına ve yaşam tarzına kadınlardan çok erkeklerin daha uygun olması ve buna uyan bir kadın figürünün cazibesi , bunlardan biri olabilir. Neyse bu  ayrı bir konu...ne olursa olsun kadın vokalistlerin bıraktıkları etki oldukça sağlamdır. Kemik bir hayran kitlesine sahiptirler. Erkek dinleyenler için “ideal kadın”; kadın tarafı için özgürlüğün timsali  “rol model” olurlar. Popüler müziğin aksine Rock müzik dinleyenlerin seçiciliğinden midir bilmiyorum, kadın seslerin çoğunluğu çok “sağlam”  sese sahiptir.

Janis Joplin, Grace Slick... gibi 70’lerin öncü sesleri dışında da bu kadar ünlü olmamış ama çok güçlü sese sahip birçok kadın vokalist vardı. Özellikle Janis Joplin’in dünya müziğine bıraktığı etki öyle boyutlardaydı ki, her ülkeye bir “x ülkesinin Janis Joplin’i” tanımlaması geldi. Mesela Japonların “Carmen Maki” si. Progressive Kültürü derinliğine yaşamış olan Japonların en önemli kadın rock figürüydü. “Blues Creation” ve “Oz” ile çok güzel işlere imza attı. Özellikle “Carmen Maki & Oz” dönemi en polüler olduğu yıllardır. Bu birliktelikten çıkan “Tozasareta Machi” oldukça etkileyici ve taklit edilmesi zor bir şarkıdır. Maki’nin sesini tarif etmem gerekirse Ian gillan’ın dişi versiyonu diyebilirim. Ayrıca Carmen Maki birçok şarkısının da sözlerini yazmıştır.

Almanlara geldiğimizde örnek sayısı oldukça artmaktadır. Vaktinde Alman’ların en önemli Heavy Prog (Hard Rock) gruplarından olan “Frumpy” ve “Atlantis” in vokalisti, 70’lerin başında Almanların en iyi sesi seçilen “Inga Rumpf” tan söze başlamamız gerekir. Sigara ve alkolden harap olmuş, kendine has harika sesinin belki de başka bir örneği yoktur. Frumpy’yi kurmadan önce Dietmar Krause (sonradan Henry Cow’un vokalisti olan) ile “I.D. Company” adı altında bir albüm yapmışlardır. Albümün bir yüzünü Krause, öbür yüzünü Rumpf seslendirmiştir. Albümde Inga Rumpf tarafında ki “Bum Bum” dikkat çekmektedir. Özellikle Frumpy, karyerinin üst noktası olarak kabul edilir. Sözlerini yazdığı  “Take Care of Illusion” tüm Rock severlerin bilmesi gereken bir Frumpy şarkısıdır. Bildiğim kadarı ile hala aktif hala o yırtık sesi ile hala milleti büyülemektedir.

Daha önce de Hölderlin’i anlatırken değindiğim “Nanny de Ruig”, müzikal kariyeri tek bir albümle sınırlı olsa da yaptığı iş bugünlere taşınmış ve 70’lerin Alman müzik kültüründe hatırı sayılır bir yere sahip olmuştur . Yumuşak tonda ki sesi, Alman dilinin sertliğini bastırmakta ve grubun ilk albümde ki başarılı müziği başarılı bir biçimde tamamlamıştır. Özellikle “Requiem für einen wicht” grubun kariyerinde ki en önemli şarkılardan biridir.

Krautrock ekolünün en önemli gruplarından biri olan Amon Düül 2’nin vokalisti “Renata Knaup” dönemin en önemli isimlerinden biriydi. Grubun en önemli albümlerinde hep o vardı. Grup, onun 1975 yılında ayrılıp yine dönemin ekol gruplarından biri olan Popol Vuh’a katılmasıyla ivme kaybetmiştir.  Sesini çok farklı tonlarda kullanabilmektedir.Grubun kraut, psychedelic ve deneysel kimliğini oldukça iyi yansıtmıştır.

Bu yazı çok uzayacak...Sanırım burada kesmek, sonra “bölüm -2” olarak devam etmek daha doğru olacak....

12 Haziran 2012 Salı

Hanuman - Lied Des Teufels

Krautrock’ın müzikal yapısına rağmen kapsamının nasıl genişletildiğine daha önce değinmiştim.  Aslında müzikal bir yenilik/farklılık olarak doğan Krautrock zaman içerisinde tüm  Alman Müziğini tanımlamakta kullanılmıştır.  70’ler de Alman gruplar hangi alt kültüre yönelirlerse yönelsinler müziğe kendilerine ait bir damga vurmuşlar, kendilerince yorum katmışlardır.

Belli şehirler bu müzikal akımın öncüsü olmuştur. Bunlardan biri de  Hanuman’ın da kurulduğu  Berlin’dir. Grup,  1971 yılında Peter Barth (vokal, sax, flüt), Wolf Rudiger Uhlig (Klavye), Jorg Hahnfield (Bass) and Thomas Holm (Davul) tarafından kuruldu. İlk albümlerini aynı yıl, aynı isimle çıkardılar. Uhlig’in ayrılıp “Murphy Blend” e katılması ile gruba Ralf Schultze (Gitar, vokal) dahil olmuş, sonra isimlerini “Lied Des Teufels” olarak değiştirerek 1973 yılında 2. Albümlerini, 1975 yılında dağılmadan önce trampet’te Tom Newiger ve vokale Rita Prinz’i alarak son albümleri olan Höllisch Heisse Rockmusic’i çıkardılar. Ancak bu son albüm görece olarak ilk ikisini gölgesinde kalmıştır.

Müzikleri az da olsa Alman Krautrock akımının etkilerini taşıyan, politik sözleri olan, ağırlıklı olarak Fusion temellidir. Flüt ve Saksafon kullanımı grubu farklı kılmakta, bazı şarkıların belli bölümlerinde senfonik bir hava da yakalamaktadırlar. Bas-Davul uyumu etkileyicidir. Uzun müzikal pasajlarda birçok yaratıcı fikir ortaya koymakta, melodiler arasında ki geçişleri çok iyi yapmaktadırlar. Kısaca grup enstrüman kullanma ve yaratıcılık konularında oldukça başarılı ve yeteneklidir. Sözler Almanca’dır. Kimi zaman Peter Barth’ın vokaline, belli bölümlerde marş modunda söylediğinden, alışmak hiç te kolay değil. Grubun eleştirilen belki de tek tarafı budur.

Çıkardıkları ilk 2 albüm arasında tek fark Uhlig ve klavyesidir. İlk albüm’de klavyenin ağırlığı 2. Albümde yerini gitara bırakmıştır. Ama  müzikalite anlamında ilk iki albümde birbirinden başarılıdır. Grubun müzisyenlerine gelince: Uhlig dışında diğer elemanlar grup dağıldıktan sonra müzikal anlamda ortadan kaybolmuşlardır.

Her ne kadar müzik zevki göreceli de olsa aynı türün meşhur olmuş veya okulu kabul edilen grupları/albümleri ile karşılaştırdığımda bu grubun birçoğundan  fazlası olduğunu düşünüyorum. Belki Alman olmaları, politik almanca sözlere sahip olmaları hakkettikleri yerde bulunmamalarının nedenidir. Bunu bilemiyorum ama Fusion’a farklı bir yorum getirdikleri ve bunda da çok başarılı oldukları kesin.  

8 Haziran 2012 Cuma

Zorlamak


Bazen çoğumuzda popüler veya meşhur olandan kaçma vardır. Çok popüler oldu, herkes izledi diye bir filmi özellikle izlemezsin. Herkes konserine gidiyor diye sen belki sevsen bile özellikle gitmezsin. Herkes aynı ayakkabıdan alıyor diye sen almazsın, popüler bir mekan mı açıldı, sen hayatta gitmezsin. Hatta bunları yapanları  kendince aşağılarsın; sıra dışı görünürsün, böyle anılırsın. Göz önünde olmazsın. "Ben sizin gibi değilim..." 

Bazen de göz önünde olmaya çalışma, taktir edilme ve öne çıkma güdüleri vardır. Dikkat edin yaşlılara sorarsanız onların aileleri hep "bilmemkimlerden" gelir. Alakasız hikayeler anlatırlar aslında çok varlıklı olabilecekken "bir" nedenden dolayı olamadıkları ile ilgili. Sokakta mikrofonu görünce sıraya giren insanlar vardır, garip Tv programlara katılıp saçmalayanlar...Belkide bir şekilde popülerlik arayışıdır bu.

 Aynı ruh hali müzik zevkine de yansır. Herkes dinliyor, popüler diye müzik zevki oturtmaya çalışırız bünyeye. Yerine oturmayan ama zorlanmadan dolayı ucu eğilmiş bir puzzle parçası gibi. Veya farklı görünmek için daha niş bir kitleye hitap eden bir albüme, seviyormuş gibi ritm tutulur...Elit olabilme güdüsünün içsel tatmini için zorla Jazz veya klasik müzik dinlenmeye çalışılır. 

Bu zorlama işini ortaokulda bende yapmıştım. Çok kötüydü; birde gidip o kadar para vermiştim kasete. Albümün yarısına vardığımda kendi kendime ne halt ettiğimi soruyordum...kendime gıcık olmuştum, sanki kişiliğimi yitirmişim gibi geldi bana. Abartmıyorum, gerçekten böyle hissettim o gün...Bu olay bir müziği, grubu, albümü sevmemek değil. Sevmediğini bildiğin halde kendini dinlemeye zorlamak. Neyin ispatıysa...

Bunu yıllara yayan insanlar ile tanıştım. Söyleyemedim yüzlerine ama hep garip geldiler bana. Nasıl olabilir bu? Zorla bir müzik nasıl sevilebilir? Görücü usulü ile sevmediğin biri ile evlenmek gibi: "Yalan": seviyormuş gibi görünmek, "kaçamak" fırsat bulduğunda gizlice başka bir şey dinlemek...

Müzik insanı mutlu eder, hayal kurmanı sağlar, kanını hareketlendirir, sağlığına pozitif etkisi yaratır, huzurlu kılar, ruh halinden anlar, seni asla satmayan yakın dostun olur...

Önemli olan bu duyguları yaşayabiliyor olmak. nasıl olursa olsun...kim ne derse desin...hangi tarz hangi tür fark etmez...

 En kötüsü de bunları hiçbiri ile yaşayamayanlar. İşte o çok acı. Dünya nimetlerinden faydalanmayanların çilehanelerde ömür tüketmesi gibi...


Nietzsche ne demiş: “Eğer müzik akla ve duygununn üst katlarına seslenmemiş olsaydı ona sanat diyemezdik, onu basit gösteri danslarının estetik katına alırdık. Bütün sanatlar içinde yapısı gereği insan duygularını en çok avucu içine alan fiziksel olarak insanı büyüleme gücü en yüksek olan sanattır müzik.”






24 Mayıs 2012 Perşembe

Zartong - Zartong


Algılarımızı sınırladığımızda bakış açımızda körelir; gelişmez.  Bunun sonunda elde ettiiğimiz alışkanlık bizi geri kalan dünyadan alıkoyar. Hayal gücümüzü kullanmamızı engeller. Halbuki işin en zevkli, en bize ait olan tarafı da bu değil mi? Niye kendimizi bundan mahrum edelim ki? Niye alışkanlıklarımıza asılı kalalım ki?

Moğollar, Rock dünyasına “saz”ı kazandıran grup olarak geçiyor. Adına da “Turkish Sitar” diyorlar. Tanım bile ne kadar şaşırdıklarını gösteriyor. Belli ki Sitar onları afallatmış ki, aynı etkiyi bizim saz’a yüklüyorlar. Halbuki bizim için son derece alışıldık, bilindik bir enstrüman. Ama Rock müzik içerisinde kullanılıyor olması, evet kabul etmek lazım gerçekten inovatif...

Zartong, 70 sonlarına ait bildiğim tek Rock kökenli  Ermeni  grup. İlk ve tek albümlerini 1979 yılında aynı ad ile Fransa’da çıkardılar. System of a Down’a görülen Milliyetçilik, Soykırım iddiası..vb. gibi konular bu grup ta da mevcuttur.

Grubun, benim için ilginç olan tarafı ise yaptıkları müzik. Space Rock, Senfonik ve Folk fikirleri sıkça bulabileceğiniz bir albüm. (Bildiğim kadarı ile 80 öncesi Progressive Rock içerisinde Kemençeyi kullanan ilk ve tek grup).  Klavye  kullanımı oldukça güçlü. Bu yüzden Space Rock izleri sıkça karşınıza çıkmakta. Albümde Gitar solosundan ziyade Bas sololarına rastlıyorsunuz. Müzik ile yarattıkları atmosfer genelde karanlık ve depresif.  Bu kasvetli yanlarını en çok “Kemençe” ile yansıtıyorlar.


Bizim için Kemençe sanki  Horon için yaratılmış, karadenize ait hızlı ritimlerle çalınan, çalanın da vokal yaptığı bir enstrümandır.  Sanki başka şekillerde kullanılmazmış gibi bir önyargımız var. En azından  bende vardı.  Ancak Zartong Kemençeyi “bizim alıştığımız” biçimde değil de biraz daha keman vari kullanmış. Kemençe hangi ırka, millete aittir bilemem ama müziğe çok yakıştığını söylemeliyim. Nasıl tarif etsek “Blacksea Violin” veya “Southwestern Violin”...



Gurbet diyarlarında vatan şarkıları yapmış ve müziklerinde etnik kimliklerini günün popüler kültürü olan Rock müzik içerisine başarı ile yerleştirmiş bir gruptur Zartong...

   

15 Mayıs 2012 Salı

Vokal(siz)!


Progressive Rock gruplarının ortak noktalarından biri de  genelde bir vokaliste sahip olmamalarıdır. Muhtemelen ihtiyaçları yoktu. O kadar uzun, vokalsiz, enstrümantal pasajlarda vokalistin rolü ne olabilirdi ki?

Bu ihtiyacı grupta çalan ve sesi en iyi olan ile karşıladılar. Müzik ön planda olduğundan çok ta kötü tepki almadılar zamanında. Mesela Eloy...2. albümleri “Inside” ı çıkarmadan önce bazı politik sebeplerden dolayı vokalist Erich Schriever gruptan ayrılmış, gitarist Frank Bornemann hem gitar hem lead vokal yapmak durumunda kalmıştır. Müthiş bir sese sahip olmamasına, bu durumun kendisi tarafından bilinmesine ve bir vokalist arayışına girmesine rağmen Eloy hayranlarından gelen yoğun isteği kırmayıp vokal yapmaya devam etmiştir. Grup bu albümle beraber uzunca sürecek  başarılı bir albüm serisi yakalamış ve bugün hepimizin bildiği o şöhretlerinin temelini atmışlardır.
Comus’ta da durum pek farklı değil. Benim için müzik tarihinin en önemli albümlerinden biri olan “First Utterance” ın baş yapıtı “Drip Drip”’in vokalini grubun beyni ve gitaristi Roger Wooten yapmaktadır. İşin enteresan tarafı, bu şarkıyı ilk dinlemenizde Wooten’ın sesi pek çoğuna göre itici gelmektedir.  Pek çoğu diyorum çünkü yazı yazdığım birçok yabancı site ve blogda Wooten ile ilgili ortak görüş budur. Ta ki şarkıya aşık olup birkaç kere üst üste dinleyene kadar...şimdi bendeki kanı da bu şarkının başka biri tarafından bu kadar başarılı söylenemeyeceği yönünde...

1969’da daha bizde reşit sayılmayan yaşta kurduğu Mythos grubu ile 2 yıl sonra çıkardıkları aynı adlı albümlerinde gitar, synth, flüt çalan, şarkı sölerini yazıp besteleri yapan Stefan Kaske aynı zamanda grubun vokalistiydi. İyi bir vokalist olmadığını kendi bile kabul etse de sesi Mythos’un kaotik, karanlık kimliği ile çok doğru örtüşüyordu.

Geçenlerde vefat eden ünlü Danimarkalı grup Alrune Rod’un hem basisti hem de vokalisti Leif Roden’da fanlar tarafından tarzı sevilen bir isimdi. Özellikle ilk albümleri Alrune Rod (1969) ’da “Bjergsange” ve “Resjen Hjem” ve en popüler albümleri olan “Hej Du” da “Perlesoen” performansları grubun Van Der Graaf Generator vari duygusal ve içsel kimliği ile mükemmel düzeyde uyuşmaktaydı. 

“Guru Guru”’nun gitaristi Ax Genrich, Renata Knaup dışında “Amon Düül 2”’de vokal yapanlar, “Fred”’den David Rose ve Mike Robinson...vb. ile bu listeyi daha da genişletebiliriz.

Yukarıda ki örnekler göreceli olarak sesleri mükemmel olmayan ama çok sevilen müzisyenler. Zaten birçoğu da bu konuda hiç birzaman iddialı olmamışlar.  Bunun aksi örnekleride var: Van der Graaf Generator’un büyük üstadı Pete Hammill, Focus’tan Thijs Van Leer...vb. bir enstrüman çalsalar vokal güçleri ile de ön plana çıkmışlardır.

Tabi öyle vokalistler var ki kendi başlarına birer enstrüman diyebiliriz. Buna en güzel örnek David Byron olurdu. Onun lakabı, sanırım Ken Hensley tarafından konulmuş olan, bir enstrümanı çağrıştırdığından, “Davotron” du. Muhtemelen Mellotron’dan türetilmiş bir isim...

Şarkının ruhu müzikte, müziğin ruhu da onu yapanlardadır diye düşünürüm hep. Vokal sanki pastanın üzerine konan çikolata parçaları veya krema gibi. Kremanın iyi olması için pastanın içeriğinde kullanılan malzemelere uygun olması şart. En azından benim için...