26 Aralık 2012 Çarşamba

Catapilla


Tarifi kolay olmayan gruplardan biridir Catapilla. 60 sonlarında kurulan grup, isim seçme konusunda çok zorlanmamıştır diye düşünüyorum. Kendilerine ilham veren “şeyi” grup ismi olarak seçmeleri çok olası; her ne kadar Catapilla, (Caterpillar) tırtıl demek olsa da. Aynı tabir Jefferson Airplane’in White Rabit şarkısının sözlerinde de geçmektedir ama konunun tırtıl ile uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur.

Catapilla gerçekten oldukça farklı bir o kadar da yaratıcı bir gruptur. 1971 ve 72 yıllarında üst üste 2 albüm çıkardıktan sonra resmen ortadan yok olmuşlar . Bildiğim kadarı ile saksafoncu Robert Clavert dışında müzkal kariyerine devam eden kimse yoktur.  

71 yılında aynı adla çıkardıkları ilk albüm janra anlamında tarifi oldukça güç bir albümdür. Temelinde Fusion (jazz-rock) motifleri olsa da genel anlamda Fusion veya Jazz gruplarından keskin biçimde ayrılan tarafları vardır. En başında da vokalist Anna Meek gelmektedir. Aslında grup ilk kurulduğunda kardeşi  Jo Meek düşünülmüş olsa da  vokal Anna’ya emanet edilmiştir. Sıradışı bir tarzı olan Meek’in sesi uçlarda gezmekte, bazen Aletta (Saturnalia), bazen Dagmar Krause (Henry Cow) bazen Inga Rumpf (Frumpy/Atlantis) bazen de catherine Ribeiro (Catherine Ribeiro & Alps) olmaktadır. Bu 4 sesi tanıyanlar saçmaladığımı düşünebilir ancak Anna Meek’i dinlediğinizde ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Dediğim gibi Fusion temelinde olsalar da Psychedelia, Heavy, Avant-Garde ve deneysellik müziklerinde sıkça rastlanılan akımlardır. 4 şarkıdan oluşan ilk albümün 24 dakikalık epic çalışması “Embryonic Fusion” yaratıcılığın güzel bir örneğidir. Şarkı saksafon önderliğinde keskin iniş çıkışlara sahiptir. Anna Meek’in şarkının orta bölümlerinde gitar solo sonrası yaptığı vokal Novalis’in vokalisti Mühlböck’ün Brandung albümünde Dämmerung yorumuna benziyor. Albümün ilk şarkısı Naked Death ise görece daha kısa (15 dakika) bir şarkı. Anna Meek’in şizofren performansı ile başlayan emprovize mainstream fusion temelinde devam eden müthiş bir gitar solo ile sonlanan harika bir çalışma. Albüm baştan sona uçlarda gezer ve nereye sürüklendiğinizin farkına bile varamazsınız.

İkinci Albümleri olan “Changes” da ilk dikkati çeken unsur grubun kendini geliştirdiğidir. Daha ayağı yere basan, daha sakin bir albümdür. Sanki ilkinde ki fırtına ve kaos bu albümde yerini dinginliğe bırakmıştır. Fusion temeli korunmuş ancak ilk albümde ki heavy unsurlar burada kendini yoğun olarak space ve psychedelia’ya bırakmıştır. Albüm genelinde saksafon kullanımı yine yoğundur. Daha duygusal ve göklerde gezen bir albümdür. İlk albüme kıyasla iniş çıkışlar o kadar yoğun değildir. Anna Meek tarafında da değişiklik  göze çarpar. İlk albümde sıkça başvurduğu çıkışlar bu albümde pek görülmez. Bu sefer Dagmar Krause’dir (Henry Cow) kendisi. Vokal neredeyse albümün tamamında echo’ludur. Özellikle 2. Şarkı Charing Cross’ta ki performansı oldukça etkileyicidir.  Hem vokal hem de albümün genel atmosferi  space-fusion diye uydurabileceğimiz, pek eşine rastlanmayan bir janraya taşır bizi.

Catapilla her 2 albümde de sizi alır başka başka diyarlara  götürür. Hayal gücünüzün sınırına bağlı olarak bir süre sonra nerede olduğunuzu şaşırırsınız.  İlk başta belki müziğe ve gruba alışmak kolay olmayabilir.  Ancak sebat etmenizi öneririm, çünkü son derece kaliteli, özel ve daha da önemlisi etkileyici bir gruptur. Frekansı yakaladıktan sonra kendinizi Catapilla’nın ellerine bırakın. Bilinçaltınızın izdüşümüne götürecektir sizi... 

19 Aralık 2012 Çarşamba

Hafızamın Bana Ettiğine Bak!


İnsan hafızası “Bağlamsal”dır. Bir şeyi hatırlamak için ipuçlarına ihtiyaç duyar. Bu ipuçları ne kadar fazla ve ipucunun bizde bıraktığı algının yelpazesi ne kadar geniş ise hatırlanan şeyin yanlış olma ihtimali de o kadar yüksek olur. Yani hantal ve güvenilmez bir yapısı vardır. Bazen bazı şeyleri hatırlamak için beynimizde eşleştirme yaparız veya beynimiz otomatik olarak eşleştirir.

Hayatta yaşadığım herşeyi hatırlamam mümkün değil. Geçen hafta ne yedim bilmiyorum. En son ne zaman davul çaldım? Son gittiğim konser? Son bir senede okuduğum kitaplar? Geçen hafta kaç defa içtim? Hatta ne içtim? Hatırlamıyorum işte. Belki biraz düşünsem bazılarını bulurum. Ama emin olamıyorum. Peki nasıl oluyor da yıllar önce yaşadığım bazı şeyleri hatırlayabiliyorum?

Muhtemelen bunun en oturan cevabı “sıradanlık” olsa gerek. Sıradan olan, rutin olan, alışıldık olana pek dikkat etmiyorum. Herkes gibi bende de iz bırakan anıları hatırlıyorum; genelde sıradışı olanı. Ama birşey fark ettim. Bunu bilerek yapmadım ama olmuş işte. Şimdi anlıyorum. Anılarımı deştiğimde, sıradan veya sıradışı fark etmez, gözümün önüne gelen imgelerin ardında soundtrack misali birşeyler çalıyor. Mekan veya olay farketmez. Her spesifik anımda aynı şarkı çalıyor; hiç değişmiyor. İmgeler, kendisine derinlerden çıkıp gelen yenileri ekledikçe soundtrack’de uzuyor. Adeta yapışmış, onun bir parçası olmuş. Başka birşey olamazmış gibi.

İşin garip tarafı anılar içerisindeki unuttuğum detayları hatırlamak için kafamın iyi ve soundtrack’inin açık olması çoğu zaman yetiyor. Terapi. Şaman kökenimin etkisi olsa gerek.  Beynimdekileri kusmak istediğim anlarda işe yaradığını çok gördüm.
Peki hafızamda böyle kaç bağıntı var? Bunun bir soundtrack’i olmadığı için düşünmem lazım. Kesin birşey çıkarmam mümkün değil ama anılarımı biraz deştiğimde bu eşleştirmeyi oldukça sık kullanmış olduğumu görüyorum.

Neler yok ki...ilk göğe! yükseldiğimde Pink Floyd-Set the controls for the heart of the sun vardı. Japonya Nagoya’da Uriah Heep – Shadows of Grief;  Nemrut Dağı diyince ilk aklıma gelen dağa tırmanırken yolda direksiyonu bırakıp böğürerek söylediğim The Doors- Take it as it comes; Viyana – Graz arası trende puslu havanın yarattığı sisin altında kalan dağ evlerini seyrederken Clear Light – Street Singer;  Hastalıktan geberdiğim ve 21 gün evden çıkmadığım günlerimde iğnenin bile pek yararının dokunmadığı, beynimin günlerce süren ağrılarla çatladığı, tam 6 kilo verdiğim dönemde Budka Suflera - Jest taki samotny dom;  Gecenin köründe Antalya’dan Belek’e giderken Biglietto Per’l Inferno – L’amico Suicida. 56 saati bulan  uykusuzluğum'da Igra Staklenih Perli - Pecurka...

Hakikaten uzadıkça uzuyo, bir sonu gelmeyecekmiş gibi duruyor. Hangi yaşanmışlığıma neleri yapıştırdığımı bilinçaltım  bilse de üst benliğim yeni yeni öğreniyor. Kendimde, kendimi öğreniyorum.... Bunun gibi birşey işte, açıklayamıyorum tam....



10 Aralık 2012 Pazartesi

Dünya Küçük


Parapsikolojiyi işin içine bulaştırmadan,  hepimizin başına ilginç tesadüfler gelmiştir. Bazen bunlar bir kıvılcım çakar ve işin peşine düşeriz; veya eksik parçalar bir araya gelir yap-boz tamamlanır. Hiç ummadığımız yerlere gideriz.

Geçenlerde ne dinlesem diye plaklarımı karıştırıken “Transit Express”i çekip çıkardım. Fransız ekolünü çok sevmesem de bu grubu ve özellikle 2. albümleri olan “Opus Progressif”i beğenirim. Kaliteli bir fusion grubudur. Bu plağı yanlış hatırlamıyorsam geçen sene Kadıköy Dipsahaf’tan almıştım. Türkiye’de bunu bulmuş olmama hala şaşkınım. Neyse, herzaman ki gibi kanepeye uzanıp müziği dinlerken plak kabını incelemeye başladım. Bu hiç vazgeçemediğim bir alışkanlığımdır. Bütün plak kaplarını ezbere bilsem de yine de elimde dolandırıp göz atarım hep. Plak sevgisi böyle bişey işte, düşüremezsin elinden, sever okşarsın sürekli...

Albümde en sevdiğim şarkılar olan son 2 şarkıyı (opus progressif part 1 & 2) dinlerken bir anda grupta keman çalanın kim olduğunu merak ettim. Sayısız grup ile ilgili araştırma yaptığımdan genelde isimleri bilirim veya bir şekilde duyarım. Ama Transit Express için hiç böyle birşey yapmamıştım. Kabın arkasını çevirdiğimde “David Rose” ismi ile karşılaştım. Sadece son 2 şarkıda çalmıştı. Sonra kendi kendime sordum bu David Rose Amerikalı Fred grubunun kemancısı David Rose olabilir mi? diye.

-Kısaca Fred’e değineyim: Fred zamanında albümleri yayınlanmamış, oldukça başarılı bir Fusion (her ne kadar ilk albümleri olan Fred bir psychedelic albüm olsa da devamında yapılan “Notes on a Picnic” ve “Live at the Bitter End” kayıtları tam anlamı ile Fusion temellidir.) grubudur. Grubun gitaristi Joe DeChristopher tarafından tutulan kayıtları 90’lar dan sonra cd olarak basılmış ve gün yüzüne çıkmıştır. Amerika, 70’ler de Avrupa ile olan müzik yarışında nal toplamış olmasının altında belki de Fred gibi oldukça yetenekli ve başarılı grupların değerlerinin bilinmemesi yatıyor olabilir.Fred, ilk dinlediğimden günden beri en sevdiğim Amerika’lı gruplar arasında üst sıralarda yer almıştır.-

İsim benzerliğidir diye düşündüm çünkü o zaman dünya bu günkü kadar küçük değildi diye bir önyargım vardı. Amerika ve Fransa arasında koca bir okyanus bugün de mevcut ama iletişim (ve karşılıklı etkilşim) anlamında o günler ile bu günler arasında ki fark çok daha büyüktü.

Denir ya hep: “Önyarılarından kurtul!” diye...Çünkü hayatta herşey mümkün; tıpkı David Rose’un Fred’den sonra Fransa’ya yerleşip “David Rose Group” adı altında Fransa’nın üst düzey müzisyenleri ile grup kurup tam  6 solo albüm çıkarması ve Transit Express’te çalmış olması gibi.

Enteresan ama kapta adı geçen David Rose, aklıma ilk gelen ama ihtimal vermediğim kişiydi. Güzel bir tesadüf oldu. En azından müziğini sevdiğim bir adamın ortadan kaybolmadığını, dinleyecek birçok materyal bıraktığını öğrendim. Hiç ortada yokken, gözleri kapatılan ve eline çikolata tutuşturulan çocuğun gözleri açılınca çok kısa şaşkınlığı takiben yaşadığı mutluluğun daha az mimikli ve volümlü haliydi hissettiğim...