29 Nisan 2011 Cuma

Progressive Rock'a Giriş

“Ya nedir şu Progressive Rock tam olarak?” sorusu bu müziği sevenlerin farklı ortamlarda tanıştığı insanlardan duyduğu değişmez cümlelerden biridir. Aslında bu cart diye cevabı kolayca verilecek birşey değil. Müziği “anlatmak” gerçekten çok zor. Bilmeyen birine dinletmeye kalksanız, ciddi bir vakit harcamak lazım. Ayrıca komik de…. Çalarken heriflerin yaptıkları şeyleri  anlatmak için pause’a mı basacağız? Bu şuna benziyor: Sembolist bir şairin, dinletinin ortasında  lafını kesip “arkadaşlar şairimiz burada şunu anlatmak istedi..” demek gibi bişey…

Bundan sonra burada album veya grup tanıtımı yapacak isem öncelikle tanımların, alt kültürlerin, gelişim süreçlerinin, öncülerinin…vs. şöyle bir üzerinden geçmem gerekecek.  Bundan sonrası için bir nevi yol haritası gibi birşey olacak.

Bunun ile ilgili çeşitli yerlerde yazılarım olmuştu. Burada hepsini toparlayayım, belki biraz daha birşeyler katayım istedim.  Peki  nedir bu Progressive Rock? Nasıl doğmuş? Alt kültürleri nelerdir? Neye göre ayrılır? Kimler yapmıştır?, Neden Türkiye’de az bilinir veya anlaşılmaz...bir yerden başlamak lazım. Bir sonraki yazıda Progressive Rock’ın gelişme sürecine ve  alt kültürlerine değineceğim, sonra da alt kültürlerin detaylarına…bir ansiklopediyi buraya sığdırmak zor, bu yüzden mümkün olduğunca anlaşılır özet’te kalmaya çalışacağım…

26 Nisan 2011 Salı

Taklit

Bir enstrüman çalmak çok keyifli bi uğraş. Tabi bunu meslek olarak yapanlar da var. Ama müzik dinlemek başlı başına bir konu. Iyi bir müzik dinleyicisi olmak için bir enstrüman çalmak gerekmez bence. Bu sadece müziğin kişiye verdiği duygudan farklı olarak, çalan adamın aklından neler geçtiği konusunda biraz daha fazla ipucu vermesine yarıyor sanki…. En azından bana…bakmak ile görmek arasındaki farkındalığı dürten unsurlardan biri.

Genelde müzisyenlerin başarısı  taklit edilip edilememeleri ile ölçülür. Zor taklit ediliyorlar ise büyük usta oluverirler. Bu bana biraz yavan geliyor açıkça. Birinin birşeye diğerlerinden daha öte yeteneği olması etkileyici  ama bunu öne çıkaracağım diye grubu ve müziği piç etmekte bir o kadar sıkıcı. Rob Halford’u çok severim  ama Judas Priest’i daha çok severim. Kabul bir Rock vokaline göre oktav manyağı bir sese sahip. İyi de bunu bazı albümlerde  bu kadar tiz hali ile gözümüze sokmanın anlamı yok. Kaldı ki kalın tonlarda kullandığı sesi belki tizden daha etkileyici. İlk albümleri Rocka Rolla’da ki “Dying to meet you” nun ilk bölümü gibi...Satriani başka bir örnek. Olup olmadık yerlerde hızlı çalabilme yeteneğini teşhir etme güdüsü müziğin önüne geçmiyor mu?


Benim için bir “tarz” ı taklit etmek çok daha zor bir iş. Yeteneği bir tarza döndürebilen müzisyenlerden bahsediyorum. Ritchie Blackmore, Keith Moon, Jimi Hendrix, Peter Hammill, Robert Fripp, Arthur Brown, Thijs Van Leer, Gary Thain, Vincent Crane, David Byron,Inga Rumpf,... Saydıklarım ve daha sayamadığım birçoğu çaldıkları grupların önemli birer elemanı olmalarından çok gruplara ruh ve tarz vermiş kişiler. Bu özellik onları diğer müzisyenlerden ayıran başlıca unsur. Keith  Moon’u The Who’dan çıkarsanız ne olur bilemiyorum ama bildiğim şey onsuz The Who’nun böyle bir başarıya erişemeyeceği... David Byron’ın Uriah Heep’ten gitmesini (atılmasını) Ken Hensley “Hem kendi hem de bizim kariyerimizi bitirdi” olarak yorumladı zamanında...


Bu müzisyenlerin başka ortak noktası ise birçoğu müzikteki başarıyı hayatlarına yansıtamamış, veya karışık, anlaşılmaz, uç hayatlarını müziğe yansıtmış kişiler. Hangi açıdan bakarsanız bakın bazılarının hayata tutunmaları hiç kolay olmamış.  Zaten taklit edilemiyor olmalarının nedeni farklı olmaları değil mi?

20 Nisan 2011 Çarşamba

70'lerin İskandinav Müziğine Bir bakış

Şu iskandinavlara değinmeden geçmek olmaz. 70’leri doyasıya hissetmiş, bir Avrupa kültürü yaratmış, müzik zevki olan bir diyar. Hani bu birkaçının biraraya geldiği ve buradan bir kuvvetle “biz beraberiz” diyerek vücuda getirilen toplama bir müzik anlayışı değil. Tek tek hepsi aslanlar gibi müzik yapmış, progressive rock’ın her kültürüne dokunmuş, müzikalitesi oldukça yüksek ülkeler…

Bir tanıdığımın başına gelen bir olay: Rusya’ya uçarken uçakta Rus bir boksör ile karşılaşıyor ve adamın dünya şampiyonu olduğunu öğreniyor. Adam devletin ilgisizliğinden oldukça şikayetçiymiş.  Başka bir ülkeye göç etmeyi, ve onların adına dövüşmeyi istiyormuş. Düşünsenize biz bir dünya şampiyonu çıkarmak için neler yapıyoruz. Helikopterlerle Naim Süleymanoğlu’nu Taksim’e indirdik. Uzun mesafe koşucularımızı görenler Fransa gibi Türkiye’de de zencilerin yaşadığına inanır.

Adamın şansıda şansızlığıda Rus olmak. Küçük yaşta yeteneği ve eğilimi ölçüsünde doğru spora yönlendirilmesi bir şansken, sahilde kum kadar şampiyon çıkarmış bir ülkede de değerinin bilinmemesi şansızlığı…

70’lerde bazı ülkeler çok sayıda grup çıkardı. Bunun en önemli nedenleri ülkenin ekonomik-sosyal durumu ve toplumun, özellikle gençlerin bunu alıgılama boyutu…. Bu yüzdendir ki bazı ülkeler 70’lerde baya kısır kalmışlar. Romanya’da Phoenix’i ve Sfinx’i, Rusya’dan Arsenal’i,Visokosnoe Leto’yu, Ukrayna’dan Kobza’yı çıkarınca bu büyük yüz ölçümlü ülkelerde neredeyse hiçbir şey yok. Bu yüzdendir ki, Romanya’da Phoenix’in tüm şarkıları ülke genelinde marş misali söylenir. Başka bir örnek te Ermenilerin o döneme ait bilinen tek göz ağrısının Zartong olması gibi…

İngiltere, Almanya, Amerika…vs. gibi ülkelerde de tam aksine sayısız grup kurulmuş, album çıkarma şansına sahip olmuş. İşte iskandinav ülkeleri de bu klasmanda tutulması gereken ülkeler arasında. Onlarda boksör çok. Özellikle İsveç. 

Sayısız grup ve kaliteli album yaratmış olan iskandinavlar 70’lerde müziği çok boyutlu ve çok uluslu icra ettiler. Bu durumun bizi ilgilendiren taraflarıda mevcuttur. Ünlü Fin grubu Piirpauke’nin Birgi Bühtüi (1972) albümünde 3 tane (Samsunun Evleri, Neden Benim Hiç Uzun Pipom Yok, Birgi Bühtüi) Türkçe şarkının Fusion tadında yorumu mevcuttur.  Albüm kapağında bile Türk halısı vardır. Başka bir örnekte Flasket Brinner’dır.  Okay Temiz’in de belli bir dönem dahil olduğu grup, yine fusion tadında bizim ezgilerimize de yer verir (Turkish Lullaby…vb.). Unutulan ama Türk müzik tarihinin en büyük seslerinden biri olarak gördüğüm Tayfun Karatekin yine İsveç’li Stardust International grubunun vokalistliğini üstlenmiştir. Kendi bestesi olan “iki çift laf” hem grubun albümünde hem de single olarak Türkiye’de çıkmıştır.

Kraut Alman’ların, Italian Symphonic İtalyan’ların, Zeuhl Fransızların (aslında sadece Magma’nın) progressive müziğe getirdikleri farklı yorumlardır. Belki İskandınavların bir janra için bu kadar bariz fark yaratan müzikleri yok ama müziği/türleri oldukça başarılı ve kendilerine özgü hatta türlerin önde gelen birçok grubundan bile daha iyi yorumladıkları bir gerçek. Bu kültür bu ülkelerde hala devam etmektedir. Her ülkenin sahip olamayacağı müzikal kültüre sahip bu diyar ayrı bir başlıkta incelenmelidir. 

18 Nisan 2011 Pazartesi

Enstrumantal Müzik

Bi şarkının enstrümantal olması adamı daha mı etkiliyor ne. Vokal tüm bu ahengi belli kalıpların içerisine sokuyor. Adama hayal kurma şansı vermiyor. Ne dediği belli, başkasını hissettirmez. Iyi de bu istediğim şey mi? biraz daha özgür hissetmek istediğimde tüm ahenk bozuluyor. Ya ben başka bişeylerin hayalini kurmak istiyorsam? Buna göre şarkı mı seçmek zorundayım?


Tamam bazen iyi geliyor. Şarkı sözünden ziyade üstad şairlerin elinden çıkmış birer başyapıtı andıran sözler bir enstruman kadar etkili. Ve tabi bunun icrası…bahsettiğim Peter Hammill’ın A louse is not a home’u veya Comus’un Drip Drip’i gibi…veya David Byron’ın sahnedeki soytarı duruşunun aksine sesindeki asalet ve tüyleri diken diken eden icrası, yani ona “Davotron” lakabını kazandıran, bir enstrumandan farksız sesi.
Uriah Heep en favori grubum, bana bu UH sevgimi kazandran adam David Byron olsada yinede ben ilk önce müziği tercih ederim. Müzik bir okyanus sunar sana, istediğin sahilden girme imkanı… mod’una göre…ucu bucağı yok. Her dinlediğinde farklı birşeyler hissettirir.
Düşünüyorum da “Embryo”’nun Dreaming Girls’ü nü kaç yüz defa dinledim ve her dinlediğimde neler hissettim. Kısa bir kitap yazarım bununla ilgili. Ya “Firyuza”nın Ashkabad’ı? Wallenstein’ın Manhattan Project’i , “Kolibri” - Winterserenade?, Pell Mell’in Maldou’su, “Kvartetten Som Sprangdes”’in Ganglat Fran Valhallavagen’i….
Bu yüzden bu şarkılar her anımda birşeyler bulabileceğim şarkılar. Haliynen eskimeleri söz konusu değil. Zaten 70’lerin veya progressive müziğin farkı ve kalıcılığının nedeni bu değil mi?

13 Nisan 2011 Çarşamba

İtalyan Progressive Rock

70’lerin İtalyan Senfonik akımı benim gibi progressive müzik severler için ortak buluşma noktasıdır. Buluşma noktasından kastım aslında şu: Progressive Rock  birbirinden farklı birçok alt kültürü bünyesinde barındırır. Zeuhl, RIO (Rock In Opposition), Psychedelic, Krautrock, Canterbury…diye gider. Bazı türler arasında  çok keskin çizgiler olmamakta, hatta aynı albumde farklı ekolleri bir araya getirmiş sayısız grup bulmak mümkündür. Yine bir şekilde bu başlıklar müzikal farklılığı ifade etmekte kullanılmaktadır.
Daha öncede söylemiştim yaşanmışlık müziğin ortaya çıkmasında çok önemli bir etken. 60 sonları ve 70 başında İtalya Kilise, sağ-sol ve ekonomik sorunlar üçgeninde büyük çalkantılar yaşamaktaydı. Bu problemler İtalya’nın dünyayı çalkalayan 66-69 Psychedelia dönemini es geçmesine neden oldu. O yıllara ait doğru düzgün birşeyler bulmak neredeyse mümkün değil. Tüm Avrupa “Ekol” yaratırken İtalya’da hiçbir faaliyet yoktu.
Ancak gençlik bu dönemin sonlarında özellikle İngiliz gruplarından fazlası ile etkilenmeye başladı. Van Der Graaf Generator, King Crimson ve Genesis başı çekmekteydi. Ülkedeki kaos ve İngiliz progressive müziği ile tanışmak İtalyan gençlerinin müzik ruhunu şekillendirdi. Bu ruh sonradan “İtalyan progressive Rock” olarak adlandırılacaktı…. Öğrenme ve deneyim sürecinden sonra özellikle 1972 - 1977 arasında Rock müzik tarihinin mihenk taşı olan bir çok album dünyaya geldi. Müziği tarif etmek zor olsa da genelde etkilendikleri İngiliz kökenini kendilerince çok daha melodik bir bakış açısıyla yorumlayıp ortaya kesinlikle kendilerine özgü bir müzik çıkardılar.
Tabi sıkıntılar bu kadar çabuk bitmedi. İtalya Müzik endüstrisinin durumu album yapma ihtimalini güçleştiriyordu. Albümler ya sınırlı sayıda çıkıyordu ya da gruplar çıkan ilk albümden sonra kariyerlerine nokta koymak durumunda kalıyordu. Bazıları yurtdışına açılmış (konser vermek) olsa da bu sayı oldukça azdı. Tanınmaları ve esas değerlerinin bilinmesi sonraki zamanlara kaldı. Bu yüzden onlara “tek albümlük gruplar” anlamına gelen “one shot bands” dendiği dahi oldu. Diğer taraftan birçok grup album dahi çıkaramadan kaybolup gitmek zorunda kaldı.  Şimdi acısı çıkıyor tabi. Orjinal plak bulmak neredeyse mümkün değil. Telaffuz edilen rakamlar gerçekten inanılmaz.
Ortak noktaya gelince: o dönemi seven herkesin İtalyan’lar için söylediği şey aynı kelime ile başlar: “Keşke….”. En popüler devam cümleleri:  “…daha çok album çıkarsalardı” “…1 tane İtalyan plağım olsaydı” “…albüm yapamamış grupları dinleyebilseydik”….
Hakkaten ya keşke Quella Vecchia Locanda, Biglietto Per’l Inferno, Alusa Fallax, Semiramis, Cervello,Campo Di Marte…’nin birçok albümü olaydı ya…dinlerdik şimdi…

Başka Müzik

98’de Deep Purple’ın Türkiye’ye geleceğini öğrendiğim zaman yaşadığım mutluluk, biletleri elime aldığımda hissettiklerimin yanında devede kulak kalmıştı. Gerçi Rithcie Blackmore yoktu ama olsun, Deep Purple bu…Minikte olsa yarım saat Mandrake Root çalsınlar diye bir umudu içimde hayalle yoğurup beslemiyorda değildim hani. Çalmadılar, sağlık olsun; Deep Purple burda ya... Önünde duruyo adamlar ve canlılar…Müzikten çok verdiği bu his önemliydi bizim için. Müziğe zaten laf yok, Deep Purple bu…

O kadar konsere, festival gittim ama Harbiye’deki bu konser bi enteresandı. Birbirini tanımayan farklı yaş gruplarında, kızlı erkekli, adamlı kadınlı seyircilerin birbirleri ile sarılması ve şarkılara eşlik etmesi şeklinde geçti konser. Bende o vakitler 20 yaşındaydım. Banada zirayet eden sarılma dürtüsünü, şu anda yaşadığı konusunda şüphelerim olan yaşlı bir çifte 1-2 şarkı boyunca sarılarak giderdim. Bana sarılmaya gelenlere kollarımı açtıktan  sonra ulaşma sınırlarım dahilindeki insanlara iade-i ziyarette bulundum. Kabul günü gibiydi. Bir daha da böyle bir konser atmosferini hiç bi yerde yaşamadım. Yüzümüzdeki mutlu gerzek ifade konser sonrasında da bir sure gitmedi.
Anlatacağım aslında bu değildi. Konserden birkaç gün sonrasına ait. Yüksek tirajlı bir gazetenin sayfalarını çevirirken bir köşe yazarının yazı başlığı gözüme çarptı. Deep Purple yazıyordu. Hemen okudum. Okumaz olaydım. Bir ablamız, sığ bilgi birikimi  ile kendince Ritchie Blackmore, Steve Morse karşılaştırması yapıyor ve bu yarıştan Steve Morse’u galip çıkarıyor.:) Ordaki seyircilerinde bunu anladığına Ablamız, Morse’u Deep Purple’ın gerçek gitarsti ilan etti. Güzelim konseri bu gözle izlemiş.
Kısa da bir yazı değildi hani. Garip argümanlarla bezenmiş, enteresan diyemeyeceğim ama son derece cahilce bir yazıydı. İşin garip kısmı bu yazıyı okuduktan sonra aklıma siyaset geldi. Siyasette de durum böyle değil mi? “Bakan” denilen, “milletvekili” denilen zatlara bakıyorsun…. ne kültür, ne hitabet, ne iş bitiricilik, ne basiret, ne görgü, ne bilgi… E peki neden ordalar? Birilerine yakın olmayı başardıkları için ordalar. Bizde bütün işler böyle yürümüyo mu? Bu yüzden bizden bir halt olmuyor ya…günahını almayayım ama ablam buram buram böyle kokuyordu.
Bari müzikte ve diğer sanat dallarında  bunu yapmayın. Bırakın burası bilmemkim yanlısı gazetelerde okuyacağımız, koruyacağımız temiz yerler olarak kalsın…Siyaset ve iş dünyası dinamikleri ve alışkanlıklarından uzak tutun….

8 Nisan 2011 Cuma

Müzik İzlemek

Müzik, dönemlerin yaşam tarzına, siyasi duruşuna, kitlelerin kültürüne göre melodiye yaşam vermiştir. Kırılma anları, değişimler, dönüşümler ve bunları temel alan popüler unsurlar hep gözlenmiştir. Jazz, Blues, Rock'n Roll'un 60 sonlarında ününü Psychedelic döneme, o da 69'da progressive Rock'a devretmesi gibi....

Ama değişmeyen bir şey vardı. Grup müziğinde önemli olan müziğin ta kendisiydi. Albüm kapağı ve booklet'ın da ne kadar güzel göründüklerinin pek bi önemi yoktu. "acaba genç kızların nasıl sevgilisi olur?" zırvalığına bulanmamış müzikten, karakterden bahsediyorum. tabi eski vakitlerde tv olmadığından, olsa dahi kanal olmadığından, müzik dinlemenin tek yolu radyo ve pikap tı. Adamların neye benzediğini görmek mümkün değildi. Grup ile ilgili yapılabiliecek tek yorum yaptıkları müzik çerçevesindeydi. 70'lerin müziğinin bu kadar güçlü ve kalıcı olmasının nedenlerinden biri de bu olsa gerek.

İlk Uriah Heep albümü aldığımda 11-12 yaşındaydım ve yıl 89-90'dı. İnternet, Kablolu yayın, ıvır zıvır da yoktu. Adamların neye benzediklerini bilmiyordum ama vokalist David Byron muhtemelen cennetten çıkma bir herifti. Sonra adamı gördüğümde hiçte meleğe benzer bi tarafı olmadığını fark ettim. :) Rahmetli bildiğin çirkin bi adammış. Rainbow dinlediğimizde Ronnie James Dio'nun böyle Conan gibi bi adam olduğunu düşünmüştük. Ses bunu düşündürtüyordu. Sonra adamın ufacık ve kara kuru bi herif olduğunu görünce baya bi gülmüştük.  

Kitleler (eski) müziğe, olması gerektiği gibi "kulak"ları ile karar verdiler. Mtv ve türevlerinden sonra müzikte esas kırılma yaşandı. Müzik "göz" e hitap eder oldu. Göz karar kılmaya başladı. Bu bir içeceği burundan içmeye benzer.Çekilen klipler, çok güzel kızlar ve yakışıklı erkeklerden oluşan gruplar, makyaj, estetik, kıyafet...vs. daha önemli oldu. Giydikleri kıyafetler moda oldu. Garip saç stilleri gençlerin belli zamanlarda maymun gibi gezmesine neden oldu. Özel hayatları daha çok öne çıktı. Filmlerde falan oynadılar. yazar olanlar, yönetmen olanlar var. Kısaca moda ikonu oldular. müzisyen kimliği hiç giymedikleri bir kıyafet olarak kaldı.
Peki yahu müziğe ne oldu? Deri değiştiren bir yılanın attığı ölü deri oldu. O da bu büyük kırılımdan nasibini aldı. Artık müzik dinlemekten çok izleniyor. Bir ara şöhret olan müzik şimdi şöhretin basamağı oldu.

7 Nisan 2011 Perşembe

İz Bırakmak ve İz olmak

Krautrock gibi birçok müzikal akım arkasında bazı sırlar, daha doğrusu bazı nedenler hatta yaşamlar barındırmaktadır. Yaşanmışlıktır temel …Burroughs, Cassady, Kerouac gibi beatnik herifler yeni nesil hipilere, çiçek çocuklara ilhan vermesi gibi. Bunun da müziğe yansıması  malum zaten. Müzik, mercekte kırılan ışığın dönüştüğü renk yelpazesidir.  
Bu hep böyle olmuş, böyle gelmiş. Dünya’nın neresine giderseniz gidin kalıcı olan, kitleler üzerinde etki yaratan müzik, yaşanmışlıkla yoğrulan bir temele sahiptir. Makedonların en ünlü grubu “Leb I Sol”’ün yerel eski bir şarkıdan esinlendiği “Jovano Jovanke” bu söylediğime çok uymakta. Sevdiği Jovanke adlı  kızı ailesinden isteyen ama baba tarafından reddedilen bir adamın hikayesidir. Leb I Sol’de bunu 70’lerde enstrümantal olarak yorumlamış. Bugün Leb’I Sol hala aktiftir ve verdikleri her konserde o şarkıya tüm seyirciler alkışla eşlik eder. Hani bizdeki Ahmet Güvenç besteli Barış Manço & Kurtalan Express imzalı “Gülpembe” gibi…
Bu yaşanmışlık nesillere, türlere, ekollere hep neden teşkil etmiş. Japon “Flower Travellin’ Band”’in “Kamikaze” şarkısından tutun, Ermenilerin 78 yılına ait  “Zartong”’una, Arjantin’in “Arco iris” inden, Romen “Phoenix” ine kadar binlerece grupta, onbinlerce şarkıda bu izler mevcuttur.  
Taner Öngür’ün deyimi ile “Anadolu Pop (Rock)” ta bizim yaşanmışlığımızı temel alır. Anadolu Rock: Türk halkının ruhunun derinliklerinden gelen  halk müziğinin, rock müzik gözlüğündeki görünümüdür. Bundan dolayı Erkin Koray’lar, Barış Manço’lar, Cem Karaca’lar, Ersen’ler, Moğollar, Kurtalan Express, Kardaşlar….vs. asla unutulmadılar. Bu isimler hala Rocker yabancıların en çok bildiği, dinlediği isimlerdir.
Enteresan değil mi, efsanelerin elinden o meşaleyi alıpta yürüyen birilerinin olmaması? Bugün Türkiye’de bu kadar sevilen Rock müziğin garip bir biçimde bu kadar sığ ve kısır olmasının nedeni bu anlattıklarımın yokluğu olabilir mi?

6 Nisan 2011 Çarşamba

Krautrock Olayı


Şu Krautrock olayını bi açayım dedim. Giriş biraz damardan oldu ama…ilk once nerden nasıl çıktığını ve nerede kullanıldığını anlatmam lazım:
2. dünya savaşından mağlüp ayrılan Almanların, zamanın imkansızlıklarından dolayı, sofralarında genellikle lahana (Kraut) bulunmaktaydı. Galip tarafta olan İngilizler ise bu durum ile ilgili alaycı bir tavirla onlara “lahanakafa” (krautkopf) lakabını taktılar. 60 ların sonlarına gelindiğinde Alman gençleri ,dönem müziğinin kendilerini yansıtmadığını, istediklerinin bu olmadığını anlamaya ve bunu müzik ile anlatmaya başladılar. 1968 yılında, Fransa ve İtalyada’da yaşanan, büyük öğrenci ayaklanmaları yeni bir yeraltı entellektüel ve politika ile yakından ilgili kültür yarattı. Herzamanki gibi alaycı tavırlarını sürdüren İngilizler, Almanya’da doğan bu yeraltı müziğine krautrock demeye başladılar.
“Kraut rock” kelimesi ilk defa Essen de yapılan bir festivalden sonra İngiliz basını tarafından kullanılmıştır. 1968 yılında Klaus Schulze, Conrad Schnitzler, Hans-Joachim Roedelius tarafından kurulan “Zodiak Free Arts Lab” Avrupa’nın ilk elektronik stüdyosudur. Burada Alman akımı ile o dönemin Rock tarzı olan Psychedelic müziği arasında bir bağ yarattılar. Herne kadar esin kaynağı Psychedelic müzik olsada Almanlar kendilerine göre yorumlayıp ortaya farklı bir kültür çıkarmışlardır.

Biraz müziği tanımlamam gerekirse:
Uzun, emprovize ve deneysel pasajların yoğun olduğu, repetitif melodilerin sıkça kullanıldığı, farklı enstümanlarla renklenen, bazen elektroniğe kayan, uyuşturucu tribinde, kaotik, depresif, uçuk, kasvetli,kozmik, özgür ve bağımsız bir yapısı vardır. Uyuşturucu kullanımının etkileri ile müziğin arasında ciddi paralellikler mevcuttur. Müzik yoğun bir türdür. Sıkça vokal kullanımı yoktur. Hatta birçok grubun müziği enstrümantaldir. Yapılan vokal ise bazen, enstrüman kullanımı gibi, alışılagelmiş formatların dışında karşımıza çıkar. Özellikle “Ohr” “Kosmische” “Brain” ve “Pilz” gibi yapımcı firmlardan çıkan gruplar bu kültürün temelini oluşturmaktadır.

Krautrock, nedense geniş bir şemsiye altında düşünüldü hep. Her Alman gruba veya biraz benzeyene Kraut dendi. Bu durum bu işin öncülerinden kabul edilen ve 2008’de istanbulda konser veren “Faust” u bile bir bakıma çileden çıkardı. Davulcu Richard Diermayer Konser öncesi bir arkadaşıma “bize kraut demeyin, önüne gelene krautrock grubu diyorlar” dedi. Bu konuda ne kadar hakkı var? Bir bakıma baya...

Aslında bu işin öncüleri başta Düsseldorf ve Berlin ekollerinden gelen gruplar olmak üzere Can, Neu, Cluster , La Düsseldorf ,Ash Ra Tempel, Tangerine Dream, Amon Düül II, Faust, Popol Vuh...gibi gruplardır. Ancak bu grupların detayına indiğinizde birbirlerine büyük benzerlikler göstermediğini hatta kendi içlerinde bile değiştiklerini fark edersiniz. Örnek vermem gerekirse: yine bir tür olan “İtalyan Senfoniği” ne baktığınızda bu değişkenliğe pek rastlanmaz. Onlarda senfonik yapan gruplar tanım olarak gerçekten Senfonik Rock (buna daha sonra değinirim) yapmaktadırlar. Tabi İtalyan ruhu ile...

Almanlar’ın undergroud kültürü kendi gruplarını çok farklı müzikal yönlerde etkiledi. Bu biraz aynı evde büyüyen çocukların farklı branşlara yönelmelerine benzer... Neticede tüm bunlar beraberinde “tür-ekol” tanımlarını anlamsız hale getirdi ve bu müziği tanımlarken kullanılan yelpazenin genişlemesine neden oldu. Hepsi progressive başlığı altında kabul edilse de, müzikal olarak büyük farklılılar içeren, fusion, symphonic, kraut, psychedelic...vs gibi türleri icra eden tüm gruplar “Krautrock” adı altında tanımlandı/tanımlanmak durumunda kaldı. Almanya “Hanuman”, “Locomotive Kreuzberg” tanımında sıkıntı yaşanılan birçok grup çıkardı. Politik Kraut Fusion...:)))

Tür – Ekol kavramlarını bir kenara bırakırsak Krautrock aslında türden ziyade bir bağımsız “Ruh”tur. O dönemin Alman gençlerinin ruhudur. Temeline bu ruhu yerleştiren grupların müziği, geniş bir sklada birçok alt kültüre temas ederek yoğrulmuş, bizlere binlerce muhteşem albüm bırakmıştır.

5 Nisan 2011 Salı

70'leri Seven Anne Profili


Ya bi insan annesini çok sevdiği halde gıcık olur mu? Eyvallah kabul, ondan kalan Pink Floyd, Deep Purple, Yardbirds, Arthur Brown'larla büyüdük...iyi de kadın benim dinlediğim albüm sayısını anca rüyasında görür. bendeki arşivi bulması için Türkiye'de benim gibi  adamlardan birini bulması lazım. Genre'lar hakkında yazdığım yazıları okusa göz yaşlarına boğulur.


Ama beraber oturup Deep purple, Comus ..vs dinlediğimizde o surat ifadesi yüzünden eksik olmuyor: "bizim müziğimiz..."  tamam Deep purple'ı anladık, ya iyide sen zamanında Comus'u duydun mu hiç? farketmiyo, bu ONUN müziği...:) İşte tam da burada ben gıcık oluyorum.
Neyse sonradan bu gıcıklığım bitti. Beraber Arthur Brown dinleyip keyfini çıkarmak çok daha güzel.... Bu arada kendileri Comus hastası, özellikle Drip Drip'in....

İlkide Bir Sonuda Bir

ilk ne yazılır bilmem...kocaman bi poşet içine doldurulmuş su gibi.  hele bi delik açsam ardından neler gelecek.
Neyse burada kendi kendime özelliklede 70'lerin müziği temelinde birşeyler yazacağım. Akılda kalacağına ortalarda bi yerde dursun...belki okuyan birileri çıkar. bilmem kaç bin albüm sahibi olup bunların yarısından fazlasını dinlemiş bir rahatsız olarak söyleyecek çok şeyim var...:) tanıdıklarım dışında başka manyaklar var mı merak ediyorum...