3 Eylül 2012 Pazartesi

Just a Man in My Prime


Sanırım orta 2’deydim. Jethro Tull sevgim yerinin Uriah Heep hastalığına bırakmış, günlerim, David Byron’ın sesi ile büyülenmekle, edindiğim “best of” kaseti ile çığırından çıkmakla geçiyordu. Bahsi geçen yıllarda internet diye birşey yoktu. Cd’ de neredeyse hiç bir yerde yok, olsa da çok pahalıydı...yani yıl 91 falandı..

Ailece tatile gidilmenin mecbur olduğu o yaşlarda, bu mecburiyetin varlığını sorgulama döneminin eşiğine gelmiş bir genç olarak pek te istekli gitmemiştim o yaz bizimkilerle. Gittiğimiz yer Antalya’da yerden 700 mt. yukarıda “Magic Mount” adlı güzel bir oteldi. Tabi böyle bir otele ulaşım oldukça zordu ve bir kere çıkınca aşağı inmek büyük külfet geliyordu. Yukarısı tam bir inizva yeri. İnanılmaz güzel bir manzara; sol tarafın Antalya şehri, sağ tarafın kemer yolu, arkan dağ, önün deniz...Çocuk kafasında tanrının bulunduğu bulutlardan bakabiliyorsun dünyaya. Kötü tarafı otelden başka hiçbir şeyin olmaması. Havuz, restoran, disko ve odalardan oluşan otelde en inanılmaz olan restoranın 45 dakikada bir etrafında tur atması. Tabi kimse masada oturmayıp yemek tabakları elinde, pencere kenarında manzaraya hayretler içerisinde bakıyor.

Manzara 13-14 yaşındaki bir çocuk için çok bişey ifade etmiyordu. Ne yapayım bende sabah akşam havuza girip, walkman ile müzik dinliyordum. Bir de restoranda aile saadeti hakimiyetinde yemek yiyorduk.

O gün restoranda farklı birşey oldu ve Jethro Tull “said she was a dancer” çalmaya başladı. İnanamadım. Eski radyocu abilerimizin tabiri ile “hafif batı müziği” çalan bir yerde Jethro Tull çalıyordu, hem de çok sevdiğim bir şarkı. Masadan müziğin kaynağına ulaşmak için hemen fırladım. Kim çalıyordu bunu acaba? Daha önce görmediğim biri olmak zorunda. Ne de olsa 4 gündür burdayım ve bu müziğin civarına hiç gelinmemişti. Restoran, kendi etrafında döndüğü için yuvarlak bir yapıdaydı. Ancak dairenin merkez bölümü mecburen sabitti. Sizin de restorana girişiniz merkezden yapılıyordu. Hemen solunuzda bir bar, onun yanında müzik ekipmanlarının olduğu bir bölüm vardı. Tabi ben hemen oraya koştum ve 4 gündür orda olmayan kişiyi hemen fark ettim. “jethro tull bu” dedim. Sanırım yaşımdan beklenmeyecek bir cümle sarf ettiğim için  şaşkın bir ifade ile bir süre bana baktı ve sonra “dinler misin?”  dedi. Muhabbet böyle başladı.

Öğrendim ki Otel’in sahibinin yeğeni ve İstanbul’dan yazın çalışmak için gelmiş otele. Annemler yemek yerken biz hemen Led Zeppelin, Deep Purple muhabbetlerine başlamıştık. Muhabbet bi yana, konuşulan şarkıları restoranda çalmaya başladı. Hafif Batı Müziğinden, Whola Lotta Love’a, Highway Star’a keskin geçişler yaşandı.
Konu, benim gözdem Uriah Heep’e gelmişti sonunda. Arkadaş çevremde grubu pek bilen yoktu. Ben ileride ki lise yıllarım da dahil neredeyse tüm okula ezberletmiştim grubu. Tabi illegal şekilde, oturduğum sıralara şarkı isimlerini kazımamın bunda payı çok büyüktü.  Hele bir de kredili sistemde okuduğum için neredeyse her dersi farklı sınıftam almam da cabası.

Neyse konu açıldı. Uriah Heep konusunda diğerleri kadar bilgisi yoktu. Ben hemen başladım tabi. Bana grubun bir şarkısından bahsetti. Adını bilmediği şarkıdan oldukça etkilenmişti. Bende hemen sıraladım. “kesin july morning’dir”; “yok yok budur”...hiç biri değildi. Bana bahsettiği şarkı ve melodisi benim UH literatürümde yoktu. Allahtan kaset yanındaydı; hemen odasına gidip kaseti getirdi.

Walkman’de hemen dinlemeye başladım. Kötü bir kayıttı, restorana veremezdik sesi. Byron zaten adamımdı ama bu şarkıda adam bir başkaydı. Hele sonu...inanılmazdı. Hayatımda bundan daha güzel bir şarkı dinlememiştim. Sevinçten gebermek bu olsa gerek. Delirmiştim. Dinledikçe daha beter sarıyordu. Evet buna benzer hikayelerim vardı; Marillon Blind Curve gibi ama bu çoook başkaydı... Çocukla muhabbeti bırakmış, manzaraya bakarak bu şarkıyı dinliyordum. Ara ara kafamı ona çevirip hayretle bakıyordum. Böyle bir şarkı olamazdı....Baya bi süre dinledikten sonra kulaklığı çıkardım ve tekrar muhabbete başladık ama ben kopmuştum. Bir şarkıya aşık olmanın ne demek olduğunu en derin biçimde yaşıyordum. “demiştim sana” dedi.

Neyse şarkıyı kopyaladık ve tatilim sadece adını bilmediğim bir şarkıyı dinleyerek geçti,...Ankara'ya döndük, okullar açıldı ve ben elimdeki kötü kayıtla millete dinletmeye başladım şarkıyı. Liseye geçtiğim sene Uriah Heep’i bilen bir arkadaşımla muhabbet ediyorduk. Kendisinde grubun bir plağı olduğunu söyledi. Bende ona best of kasetimden bahsettim. Geri almak üzere değiş tokuş ettik.

Albüm, Gatefold (açılır kapak) değildi, arka yüzünde şarkı sözleri vardı. Birçoğunu bilmiyordum. O gün herzaman ki gibi okuldan kızılay'da ki dolmuş durağına yürüdüm eve gitmek için. Dolmuşta eve gitmeyi beklerken arka yüzde ki şarkı sözlerini okumaya başladım. Son şarkının sözlerini okurkan kan beynime sıçradı. Bulmuştum, oydu işte. Aylarca şarkı sözlerini o kötü kayıttan çıkarmaya çalışıp şarkının ismini tahmin etmecilik oynuyordum. Alakasızdı, çok alakasız. Tahmin edemezdim, mümkün değil. Ama önemli değil elimdeydi, bulmuştum. Çizik mi diye kontrol ettim, değildi. Yarım saat içinde dinliyor olacaktım, hem de plaktan. Bir daha okudum emin olayım diye, tekrar baktım çiziği var mı diye. Yol boyu aynısını yaptım. Sakin olamıyordum.

Sonraki süreçte uzunca bir süre her gün dinledim. Bugün binlerce albüm dinlemiş biri olarak o şarkının yeri bende hep ayrı kalacaktır. Hep “en sevdiğim şarkı” olacaktır, daha iyisini bulsam bile. Çünkü biliyorum, hiçbiri o şarkıyı dinlediğim anda ki gibi çarpmayacak bir daha. Hiçbiri o şaşkınlığımı yaşatmayacak bir daha..ve hiç bir zaman 13 yaşında olmayacağım bir daha....

Bu arada o şarkı Sweet Freedom albümünden Pilgrim’di...

NOT: Resimler otelin gerçek görüntüleridir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder