28 Eylül 2013 Cumartesi

Ange - Au De La Du Delire

70’lerin Fransa’sından bahsederken Fransız üretimi Zeuhl ve Fusion başlıkları öne çıksada, diğer ülkelerde yaşananlardan etkilendiklerini de belirtmek lazım.  Bu etkileniş, yaşantı, tarih, sosyo kültürel durum, yönetim ve hatta ekonomi dinamikleri ile kendine özgü yepyeni yollar bulmaktadır. Mısır patlağı gibi biri diğeri ile asla aynı olmamaktadır.

Ange, 1969 yılında her ikisi de klavyeci olan Francis ve Christian Decamps kardeşlerin önderliğinde, Gitarist Brezovar, Davulcu Jelch ve Basist Haas’ın katılımı ile kuruldu. Grup daha ilk albümlerinden itibaren King Crimson, Genesis gibi İngiliz grupların yolunda ilerlediler. Peter Sinfield (king Crimson) gibi çok kuvvetli şarkı sözleri, Senfonik Progressive tarzda duruş ve Christian Decamps’ın Peter Gabriel (Genesis) misali sahnede teatral gösteriler benzeşsede, Ange kendi tarzını, kültürünü yaratmayı bilmiş ve Fransa’dan çıkan en önemli gruplardan biri olmuştur.

“Au de la du Delire” grubun 3. ve en önemli albümlerinden biridir. Grubun teatral imajı tepe noktasındadır. Senfonik ögeler temelindeki müzik, zaman zaman folk fikirler ile, klavye ve vokal etrafında şekillenmektedir. Ange, genelde tüm dünyada müzik yoğun ilerleyen senfonik progressive’e genelde saldırgan ve agresif vokal pasajlarını oldukça başarılı bir biçimde yerleştirmiştir. Bu da grubu “farklı” kılmaktadır.

Şarkı sözleri için ayrı bir parantez açmakta fayda var. Fransızca bilmeyen biri için grubun vokal yükünü çeken Christian Decamps’ın sarf ettiği sözler bir anlam ifade etmez. Ola ki teatral vokal performanstan etkilenip derinliğine araştırma yapmaya kalkarsanız altından başka bir dünya çıkmakta. Bol iniş çıkışlı, histerik, depresif vokal geçişlerinin olduğu sözler, başta din ve yönetim karşıtlığı kapsamında, oldukça sert bir biçimde ele alınmış.  Biraz değinecek olursam: “Si J'Etais le Messi” de “eğer mesih olsaydım eşcinsel olurdum, insanlarda kıçımı koklardı; eğer mesih olsaydım, hırsız olurdum herkes susar hiçbir şey yapamazdı; eğer mesih olsaydım alkolik olurdum, insanlar da beni takip ederler doğruyu yaptıklarını zannederlerdi; çok şükür ki mesih değilim ve annemde bekaretini satılığa çıkarmadı ve almaya yeltenen olmadı...” Ayrıca “Ballade Pour une Orgie” kilise içinde grup seksten, “La Bataille du Sucre” şeker kıtlığı olunca dünyanın durumundan, çocukların şeker yalamak için nasıl kavga çıkarmaya meyilli olacaklarından, birer birer ölüşlerinden, ailelerin açlık ve susuzluktan çocukların gözyaşlarını içmelerinden bahseder. Tüm bu duygular, albümün plak baskısının içindeki kitapçıkta da (resmini paylaştım) artistik bir biçimde resmedilmiştir.

Albüm, aslında görsel olmayan bir tiyatro gösterisidir.  Müzik, senfonik temellidir. Belli oranda folk izlere de rastlanmaktadır. Klavye kullanımı oldukça yoğudur. Klavye-vokal dominasyonu dışında Brezovar’ın “Exode” ve özellikle “Au de la du Delire” de ki soloları dikkat çekicidir. Flüt, ses efekleri, back vokal müziği süsleyen diğer unsurlardır. Progressive Rock kültürünün en önemli özelliklerinden biri olan müzikal gel-gitler (iniş çıkışlar) bu albümde de mevcuttur.

“Au de la du Delire” 1974 yılında yayınlanan kendine has oldukça başarılı tematik bir  Ange albümüdür. Türü sevenlerin mutlaka uğraması, bilmesi, dinlemesi ve anlaması gereken bir başyapıttır.  


24 Eylül 2013 Salı

Lindsay Cooper Öldü...

Progressive Rock'ın kadın Vokalistleri adı altında başlık açmıştım. Lindsay Coooper ise işin enstrüman tarafında duranlar arasında en başarılı olanlardan... Henry Cow, Comus, National Health, Art Bears, Steve Hillage...vb. gibi bazı Progressive alt kültürlerin  öncü gruplarında Fagot ve Obua çaldı. Ayrıca kendisine ait, 80'li yıllarda çıkmış birçok solo albüm de mevcuttur.
Özellikle ROI ve Avant Prog türlerinin oturmasında kendisinin büyük katkısı vardır...
Sağlam bir aktivist ve feminist olan Lindsay 70'li yıllardan bu yana MS hastalığı ile yaşadı. Maalesef 18 Eylül'de hastalık ile boğuşmayı bıraktı...

14 Eylül 2013 Cumartesi

Tek Kişilik Konser

Üniversite yıllarımdı. 90’ların sonları yani. Evimiz Ankara Çankaya’da Dikmen vadisine bakan taraftaydı. Odamın balkonu, Dikmen vadi projesinin ilk ayağı olan bölüme yakın olan, o kocaman 2  pembe binaya bakıyordu. Balkonda bazen sigara içerken binaların inşaatına bakardım hep.
Apartman, Ankara'da sıkça göreceğiniz tipte bir binaydı. Orada yaşayan, neredeyse herkes ile çok yakındık... İstanbul gibi değil Ankara, ilişkiler daha samimi....
 Apartmanın Zemin katında, TRT’nin neredeyse tüm Sanat Müziği konserlerinde görebileceğiniz Piyanist Erkan Yüksel oturuyordu. Erkan Amca yani. Değişik bir adamdı. Çok gülmezdi. Birkaç kırışıklı olan uzun alnı siyah saçları ile kapanırdı. Benim tanımlamama göre biraz içine kapanık biriydi. Donuk bakardı. İyi bir insan olduğu belli ama etrafı ile çok ilgil
enmeyen, gereğinden fazla kontak kurmayı sevmeyen biriydi. Evinde piyano olmasına rağmen hiç ama hiç çalmazdı. Onun günde en fazla 1 saat uyuyabildiğini sonradan öğrenmiştim. Belki de birçok şeyin nedeni, belki de sonucuydu bu.

Her ne kadar 70’leri seven bir kültürden gelmiş olsa da annem Türk Sanat müziğini de dinlerdi. O vakitler birçok genç gibi bende de biraz ukalalık vardı. Konu müziğe gelince ukalalığın seviyesi kanın yüzüme kadar çekilmesi ile paralel oranda artardı. Her boku ben bilirdim ya...Tabi ne zaman annemleri trt’de sanat müziği izlerken yakalasam ukalalığım alaycı bir ifade ile dile gelirdi. “Sanat müziği neymiş”...

Hala sevmem, bana hitap etmez o ayrı konu. “40 kişilik vokal ekibi 20 tane enstrümanla bunu mu yapabiliyorlar anca?” diye düşünürüm  3-5 dakikalık şarkılar....“aşkın kanununu yazsam yeniden...” Herkes aynı şeyi çalıyor, enstrümanların güzelliği karmaşada kayboluyor. Bir de besteler vokal ağırlıklı olunca müzik iyice ikinci plana gidiyor. Halbuki orada ne güzel enstrümanlar var. İşte bunlardan biri de Erkan Amca’nın piyanosuydu.

Keith Emerson (The Nice, ELP) neler neler yapıyordu klavye ile... Veya pell Mell’den Otto Pusch...mahveder adamı. Ya, Jon Lord ve Ken Hensley?... Vincent Crane? Onu hiç saymıyorum...Jurgen Dollase’nin Manhatten Project’teki klavye performansına ne demeli?...Erkan Amca neymiş...Tamam iyi adam ama  bir fırın değil bir kaç fırın gerideydi bu isimlerden. Annemlere işte bu fikirleri satıyordum.

Normal bir gündü ve okula gitmek için hazırlanmıştım. Aşağı indim ve arabama gitmek için Vadiye bakan taraftaki garaja yöneldim. Bir ses geliyordu ve ben yürüdükçe volümü artıyordu. Evet bu bir piyanoydu, sadece piyano sesi. Apartman duvarı bitip bahçe ve garaj başladığı anda ses tam olarak netleşti. Önemsemedim başta. Bana ilginç gelen taraf, annemin 1-2 defa denk geldiğini  ve çok beğendiğini söylediği Erkan amcayı ilk defa canlı dinliyor olmamdı. Arabaya bindim ama çalıştırmadan son bir kez kulak kabarttım. Müzik gerçekten çok güzel geliyordu. Dışarı çıktım, kaputa oturdum. Arka bahçenin olduğu garajda bir tek ben vardım. Sigara eşliğinde tek kişilik resital bitene kadar büyük bir keyifle dinledim.  Mutlu olunca suratımda salak bir ifade olduğu söylenir. Muhtemelen yine öyleydim. 

Okula gitmedim o gün. Hiç gidecek kafam yoktu. Ağzının tadı bozulmasın diye başka birşey yemezsin ya, aha işte benimki de tam böyle bir şeydi.

Sonra Erkan Amca’ya çok farklı bir gözle baktım. Saygı duydum. Gerçi bir büyük olarak saygı duyuyordum ama müziği ile dalga geçiyordum. Birkaç gün sonra karşılaştığımda kendisine o günü anlattım, hatta teşekkür ettim. Çok güzel çaldığını, mest olduğumu söyledim. “ben teşekkür ederim” der gibi elini omzuma koydu ve başını salladı. Sonra hiç bir şey söylemeden gitti. 

Sonra sıklığı çok artmasa da arada bir duyar olduk müziğini. Sanki bana verdiği o tek kişilik konser gibiydi hep. Ya da ben öyle hissettim...