22 Kasım 2012 Perşembe

Progressive Rock'ın Kadın Vokalistleri (Bölüm-4)



Bazen ifadelerin, anlatımların değeri (gerçek veya yapay, farketmez) tezatlarının verilmesiyle ortaya çıkar. Bir arkadaşlığın değeri en çok, yalnızlıkta veya  düşman  ortamında anlaşılır. Biri fiziksel diğeri tinsel tezat. Din icadı değil mi şeytan imgesi ile insanlara korku salarak tanrıya yaklaştırmaya çalışan? İyiliğe (kime göre, neye göre?) görütmek için kötülüğü yaratmak...

Ne olursa olsun, hangi taraf seçilirse seçilsin karmaşık duygulardır asıl hakim olan. Şaşkınlık, öfke, korku, sevinç...doğruların karışımıdır aslında, subjektif doğruların... problemi de, güzelliği de, nefreti de provoke eden bu değil midir zaten? Kontrol edilebildiği oranda heyecanlıdır bu deniz. Aksi hali tehlikeli olabilir...
Comus tezatlıkların grubudur gözümde. Ayrı bir parantez’de, ayrı bir köşede konsantre olarak incelenmelidir. Çünkü bunu fazlası ile hak ediyor. Burada konumuz ise grubun beynimizi, ruhumuzu parçalayan tezatlıklarından biri: Bobbie Watson...  

16 yaşında macera uğruna okulu bırakıp Comus’un temellerini atan Roger Wootton, Glen Goring ve Andy Hellaby’nin yaşadığı Londra’da ki komün evine gelir. Evde hep müzik vardır; pikaptan veya canlı...Zaten akabinde Comus kurulur ve 1971’de epik, başyapıt albümleri “First Utterance”  çıkar. Albümde Watson, grubun en önemli adamı konumunda ki Roger Wootton ile vokali paylaşır. Wootton  kötü adam, şeytan, iblis iken Watson büyülü, nazik, melek tarafıdır. İlk single’ları Diana’da ki düetlerinde bunu açıkça görebilirsiniz. Watson’ın tek başına söylediği “The Harald” performansı oldukça etkileyicidir. Yine Wootten ile düet yaptığı “The Bite” ve albüm genelinde ki back vokali kesinlikle iyinin timsali...subjektif olarak...

“Principal Edwards Magic Theatre”,  Exeter üniversite’li 14 gencin okullarını bırakarak sanatsal amaçlar ile bir çiftlik evine yerleşip komün hayat kurmaları ile başlamış  oldu. Müzik temelinde ışık gösterileri ve dans ile bezenmiş folk müziğin önemli figürlerinden biri de etkileyici ve kendinden emin sesi ile Vivienne McAuliffe olmuştur. Meslektaşı Bobbie Watson’ a nazaran daha sakin ve olgun bir sese sahiptir. Özellikle “Autumn Lady Dancing” performansı  başarılıdır. Watson ile ortak yanları back vokal performansları birbirlerine yakın olmasıdır.

Zaman zaman wah wah eşliğinde heavy, çoğunlukla Jazz Rock temelli tarzına münhasır Catapilla’nın bir o kadar enteresan vokalisti Anna Meek’ten bahsetmemek büyük eksiklik olur. Kendisini bazen  Pell Mell’in vokalisti Rudolf Schonn’un kadın versiyonu olarak  görürüm. Sakin sesi bir anda çığrından çıkıp herşeyi darmadağın edebiliyor. Aynı şarkı içerisinde sesini farklı uçlarda kullanmayı, bu kadar keskin çizgilerde yapabilen nadir kişilerden biridir. 5 saniye içerisinde melek, şeytana dönüşebiliyor. Sesinin bir çok yerde müziğin önüne geçtiği aşikar.Ama kesinlikle vasat değil...ya dahice ya da çok kötü...tabi subjektif olarak...

1 Kasım 2012 Perşembe

Boline-Boline 1982


Yıllardır kendimce müzik dinlerim, yazı yazarım; en önemlisi sohbet ederim. Doğal olarak konuşulan konular hep -göreceli olarak- “güzel” olan üzerindir. Vasat gruplar için tek bir cümle kurmayı bile gereksiz görürüz. Cümle kursak da içinde pozitif  anlamda bir kelime bile yoktur açıkcası.
Bazı istisnalar yok değil. Eğer grup, kariyeri boyunca harika bir albüm çıkarmış ve devamında işler iyi gitmemişse, ağır eleştirilse dahi o “kötü” olanda zorla bir parça güzellik aranır; hatta bulunur. En azından kaale alınır. Bazı grupların bu şansı hiç olmaz. Belli ki bir heves ve güzel hedefler ile girilen o stüdyo onlara istediklerini vermemiştir.

Boline, daha yeni öğrendiğim Danimarkalı bir grup. İlk ve tek albümlerini 1982 yılında çıkarmışlar. Grup ile ilgili gözüme çarpan en önemli konu, 1978 yılında kendi adı ile albüm çıkaran multi-enstrümantalist Tomrerclaus’un da grupta olması. Bu ilk albümü, 2002 yılında çıkardığı “En Spade er en Spade” kadar başarılı olmasa da kendisi hatırı sayılır bir müzisyendir.

Boline, kısa şarkılardan oluşan “Crossover” “pop” “Senfonik” ve zaman zaman “Folk” ezgileri farklı vokal anlayışı ile yansıtmaya çalışan, repetitif melodilerin olduğu vasat bir albümdür. Müzikal anlamda bir yaratıcılığı veya yeniliği yoktur. Enstrüman kullanımı oldukça sıradan.

Albümü gözümde vasat yapan değerleri sıralasam da yine de güzel, kulağıma hoş gelen anlarda yok değil. Öncelikle dinamik bir albüm olduğu kesin. Klavye kullanımı belli bölümlerde hoşuma gitti. 2 küsür dakikalık “White Room” güzelce bir şarkı. “Alliance”’daki keman ve atmosfer hoşuma gitti. Bana Nekropsi’yi hatırlatan “La Dot” da fena olmayan bir şarkı.  

Göreceli olarak kötüye kötü demek kötü birşey değil bence; sadece bazen acımasız gibi geliyor bana. En azından verilen çabayı düşündüğümde. Boline, türünün en önemli örneklerinden biri olmasa da sundukları müzik vasat olsa da, yine de değerlendirilmeyi hak eden, binlerce kaybolmuş albümden sadece bir tanesi.  Unutmayın ki bu “vasat” dediğim müzik o dönemin dinamiklerine göre vasat. Bugün yapılan müzik için böyle bir karşılaştırma yapmıyorum. Görünen o ki gün geçtikçe müzikte kirlilik artmakta ve daha iyi şeyler üretme ihtimali ve isteği zayıflamakta, yani yenisi bir öncekinden daha iyi değil.

Yeni bir müzikal devrim gelmez ise o “vasat” dediklerimizi baş tacı yapabiliriz bir gün. Zaten 90’lardan sonra Avrupa’da eski albümlerin gün yüzüne çıkarılması veya yeniden basılmasının en önemli nedeni hala daha iyisinin bulunamamış olması değil mi?