12 Mart 2014 Çarşamba

Everyday's Torture

Farklı bir dönemden geçiyoruz. Cambaz gibi görüyorum, ben ve benim gibi son 1 senede olanlara katlanamayıp sokağa dökülen herkesi...Düştük düşücez. İpi sallayanlar, hatta kesmeye çalışanlar var. Ayakta kalmaya çalışıyoruz.

İçim içime sığmıyor, anlatamıyorum hissettiklerimi. herhangi bir kelime yok olanları tarif etmeye.
Nasıl ifade edilir 15 yaşında bir çocuğun ölmesine sevinenler? bir kelime söyleyin, bir cümle kurun bunları anlatacak.

İşi gücü, hiçbir şeyi düşünemez olduk. Yarınlar batacaksa zaten bize iş-güç yok buralarda...Gururla çocuk öldürme emri verenlerin yönettiği, patron olduğu bir yerde çalışmanın bedeli insanlığını, haysiyetini yitirmek olacaktır. Bu da bana uymaz...

Bu blog'u müzik üzerine eskiz defterim olsun diye açmıştım, bugün neler yazıyorum...

Hayatım boyunca yaşadığım veya beni etkileyen her olay istemsiz olarak beynimde bir şarkı ile eşleşmiştir hep.
Bugün bu geçiyor aklımdan, pikap'ımdan....


Golden Earring - Everyday's Torture

19 Şubat 2014 Çarşamba

Baraka Bar'da Progressive Rock Gecesi

Geçen hafta bir teklif aldık. Çarşamba günü yakın bir arkadaşım ile Baraka Bar'da DJ kabininin arkasına geçtik ve birşeyler çalmaya başladık. Bunu her Çarşamba yapalım dedik. Tabi ki  çalacaklarımız sadece Progressive Rock ve Psychedelia temelli olacak.
2. si bugün olacak. Beğenenlere duyurulur...

3 Ocak 2014 Cuma

Gürcistan'da Bir Müzisyen - 33A

Bu aralar işlerim baya bi yoğun. Kendi işimi yapmaya başladığımdan beri kafamı pek kaldıramaz oldum. Şanslıyım ki sevdiğim şeyler yapıyorum ve keyfim yerinde.

Bi süredir sürekli Gürcistan’a gidiyorum. Ve bundan sonra da görünen o ki belli aralıklarla gidiyor olacağım.
Ruhu olan değişik bir ülke. Ciddi anlamda yenilenmeye ve maddi açıdan gelişmeye ihtiyaçları var. Coğrafi olarak yakınlığımız bazı hal ve tavirlara da yansımış. Abartılı yardım etme isteği, işten kaytarma çabaları, agresif yanları..vb. gibi birçok özellikleri bizi andırıyor, veya biz onları...Haliynen futbol hastaları. Eski Tranzonsporlu Şota milli kahramana yakın bir konumda. ”Cool” olmasını bekleyebileceğiniz pazarlama departmanında çalışan biri, sırf Şota Kasımpaşa’nın teknik direktörü diye, “heyooo kaşımpaşa kazandı” diye ciğerden gelen bir coşkuyla koşarak yanıma geldiğini bilirim.

Tamam çok gelişmiş ve zengin bir yer değil ama mesela dünyada şarap’ın üretildiği ilk ülke. Bu yüzden sayısız şarap türü ve markası var. Hepsi de birbirinden güzel. Ayrıca birçok yazara sahipler, kültürel anlamda şaşılacak derece de ileriler.

Müşterimiz olan şirket orada olduğumuz süre boyunca bize  araç(lar) ve şoför tahsis etti. Surekli şube gezmek zorunda olduğumuz için araba ile seyahat sıklığımız oldukça yoğundu, halen de yoğun. Çalışanlar ile anlaşmakta, ülkede genel anlamda ingilizce bilme düzeyinin düşük olmasından dolayı, oldukça zorlanıyorduk. Neyseki bizim şoför “Zura” vardı. Ülke geneline göre gayet iyi bir ingilizceye sahip. Zamanında Paris’te Gürcü konsolosun 6 sene şoförlüğünü yaptığı için ingilizce ve fransızcayı bir şelikde öğrenmiş.

Bir gün bir şube ziyaretinde Zura her zamanki gibi ağırlama geleneğine uygun olarak bize çay getirmek için mutfağa gitti. Başka kimse ile ingilizce konuşamadığımdan bir ihtiyacım için bende arkasından gittim. Mutfakta sigara içen şube çalışanları ile bir yandan sohbet ederken diğer yandan çayları hazırlıyordu. Konuştukları konu sanırım müzik ile ilgiliydi. Bende detayını sordum. Zura da bana “33A” adlı ünlü bir rock gurubunun ilk kurucularından olduğunu ve Bas gitar çaldığını söyledi. Muhabbet bunun üzerine dönüyormuş. Grubu duymadım ama ülkede ünlü olduğu belliydi. Çalışanlar ile çat-pat yaptığım muhabbette onlarda grubu ve Zura’yı bildiklerini söylediler.

Küçük çaplı bir şok yaşadıktan sonra şube ile işimizi bitirip tekrar arabaya bindik. Hemen toplama bir cd çıkardı ve favori grubu olan Grand Funk Railroad dinlemeye başladık. Sonra Black Sabbath, Deep Purple, ELP, King Crimson...diye devam etti. Konuştuğumuz konular bir anda ülkeyi tanıma sorularından  Mel Schacher, Ian Gillan, Gary Thain’e...döndü. Şaka gibi.

Ertesi gün, 2006’da ölen, ülkenin dahi çocuğu olarak kabul edilen, nam-ı diğer “Kral”,  Irakli Charkviani’nin müziği ile tanıştım. İlk fırsatta hemen Zura’ya sordum. Öğrendim ki Charkviani ülkede oldukça saygı gören bir konumdaymış. Ayrıca öğrendim ki Zura birkaç konserde onunla beraber de çalmış. Bu da başka bir şok oldu.  

Neden hala müzik yapmıyor sorusunun cevabı anlayacağınız üzere ekonomik nedenler. Ancak beste yapmaktan, eline gitar alıp tıngırdatmaktan geri kalmıyor.

Gürcistan’a gitmeden önce “Acaba Iveria (Gürcülerin 70’lere ait nadir gruplarından biridir) plağı bulabilir miyim?” diye düşünürken hiç ummadığım şeyler buldum. Dönerken ev yapımı şarabımı ve vodka’mı da hediye ederek geri yolladı bizi. Bir sonraki ziyaretimizde en yakın arkadaşı ve hala 33A’nın gitaristi olan arkadaşının stüdyosuna girip gitar-bas-davul takılalım diye sözleştik.  Kim bilir belki Iveria çalarız...:)

http://www.youtube.com/watch?v=wP9jhsVt2Ak

13 Ekim 2013 Pazar

Balkan Günü

Uzundur  Balkanlarda görmediğim ülkeleri ziyaret etmeyi istiyordum. Sonunda muradıma eriyorum. En güzeli de bunu araba ile yapacak olmam.

İstanbul dışında kalan dünyadaki tüm kara parçalarında araba kullanabilirim. Bu şehirde araba kullanmak işkencenin bir üstü. Her ne kadar doğup büyüdüğüm yer olan Ankara da son yıllarda trafiğe boğulsa da işler buradaki kadar sinir bozucu değil. Bu yüzden trafikle doğmadım, insanlar gibi hayatımı 2-3 saatlik dur-kalk seansları ile yemeğe, bunu kabullenmeye niyetim yok.Mümkün  mertebe araba kullanmayacağım şekilde ve mekanlarda toplantılarımı hallediyorum. Ama arada bir de olsa kaosa bodoslama dalmak mecburiyetinde kalıyoruz işte...bin lanet, tövbe, küfür...oluyor işte arada.

Enteresan olanı da insanların buna alışmış olmaları. Sıkışan trafiği görünce ve gideceğim mekana olan saat uzaklığımı düşününce sinirim bozuluyor.Ancak trafikte benim gibi kalan insanların suratına bakıyorum, gayet normaller. Hiçbir şey olmamış, sanki keyif alıyormuş gibiler. Kaba bir hesapla bir insan 7 saat uyusa, 8 saat çalışsa, öğle yemeği falan kafadan 16 saat gitti. Geriye kaldı 8 saat. Hayatın ile ilgili sana kalan zaman bu kadar. Yeme-içme, duş-banyo-tuvalet, hazırlanma - giyinme...gibi mecbur işler derken bu rakam iyice düşüyor. Kalanın da 2-3 saatini trafikte boşa harcamak, aslında hayatını boşa harcamaktır bana göre. Ne kaldı ki geriye? İnsanın sinirinin bozulması, çıldırması, delirmesi lazım. Halbuki trafikteki yüzler gayet normal. Alışmışlık hali. Kardeşim bi hayatınız, sevdikleriniz, hobileriniz...vb. yok mu? delirdiniz mi? onca yıl köle olup bi araba almak için deli dana gibi çalıştın, şimdi de kişisel tatminin ve millete göstermelik ota boka araba ile gitmeye çalışıyorsun. Bu nasıl bir iştir?...

Bir Moda sakini olarak, belki bu hayatları yüzden insanlar pazarları o hayvan trafiği göze alarak Ali Ustanın o gayet normal dondurmasını yalamak için saatler harcıyor, diye düşünüyorum. "Birşeyler" yapma isteği. Halbuki çözüm çok basit.
Ya hayata karşı bi dertleri var, ya da hayat onlara bu derdi vermiş. Her iki koşulda da insanın paralize olduğu ve döngüden çıkmaya çalışmadığı kesin.  

Neyse, dedim ya bu sefer istikamet balkanlar. Slovenya ve Hırvatistan'ı görmüştüm . Sırada Kosova, Makedonya, Sırbistan, Bosna ve Karadağ...var. Tabi yolluk müzik hazırlamak lazım. Nereye gidiyorsak oranın müziğini dinleme gibi bir manyaklığım var. Bu bağlamda Üsküp'te Leb i  Sol iyi gider diye düşünüyorum. Hele onların Jovano Jovanke'si yok mu. Sırbistan'da işim daha zor. Çok grup var. Ama Igra Staklenih Perli şimdiden gözümde tutuyor. Kornelyans-Korni Grupa,  Yu Grupa, Smak... Bosna'da Bijelo Dugme...

Sanırım buraları gezmek istememde en önemli etken müzik kültürlerini seviyor olmam. Yarından itibaren beni etkileyen müziğin yapıldığı sokaklarda olacağım. Elimdeki Igra Staglenih Perli'nin Inner Flow albümünü basan "Kalemagdan" firmasının ismini aldığı "Kale Meydan" ında olacağım...

28 Eylül 2013 Cumartesi

Ange - Au De La Du Delire

70’lerin Fransa’sından bahsederken Fransız üretimi Zeuhl ve Fusion başlıkları öne çıksada, diğer ülkelerde yaşananlardan etkilendiklerini de belirtmek lazım.  Bu etkileniş, yaşantı, tarih, sosyo kültürel durum, yönetim ve hatta ekonomi dinamikleri ile kendine özgü yepyeni yollar bulmaktadır. Mısır patlağı gibi biri diğeri ile asla aynı olmamaktadır.

Ange, 1969 yılında her ikisi de klavyeci olan Francis ve Christian Decamps kardeşlerin önderliğinde, Gitarist Brezovar, Davulcu Jelch ve Basist Haas’ın katılımı ile kuruldu. Grup daha ilk albümlerinden itibaren King Crimson, Genesis gibi İngiliz grupların yolunda ilerlediler. Peter Sinfield (king Crimson) gibi çok kuvvetli şarkı sözleri, Senfonik Progressive tarzda duruş ve Christian Decamps’ın Peter Gabriel (Genesis) misali sahnede teatral gösteriler benzeşsede, Ange kendi tarzını, kültürünü yaratmayı bilmiş ve Fransa’dan çıkan en önemli gruplardan biri olmuştur.

“Au de la du Delire” grubun 3. ve en önemli albümlerinden biridir. Grubun teatral imajı tepe noktasındadır. Senfonik ögeler temelindeki müzik, zaman zaman folk fikirler ile, klavye ve vokal etrafında şekillenmektedir. Ange, genelde tüm dünyada müzik yoğun ilerleyen senfonik progressive’e genelde saldırgan ve agresif vokal pasajlarını oldukça başarılı bir biçimde yerleştirmiştir. Bu da grubu “farklı” kılmaktadır.

Şarkı sözleri için ayrı bir parantez açmakta fayda var. Fransızca bilmeyen biri için grubun vokal yükünü çeken Christian Decamps’ın sarf ettiği sözler bir anlam ifade etmez. Ola ki teatral vokal performanstan etkilenip derinliğine araştırma yapmaya kalkarsanız altından başka bir dünya çıkmakta. Bol iniş çıkışlı, histerik, depresif vokal geçişlerinin olduğu sözler, başta din ve yönetim karşıtlığı kapsamında, oldukça sert bir biçimde ele alınmış.  Biraz değinecek olursam: “Si J'Etais le Messi” de “eğer mesih olsaydım eşcinsel olurdum, insanlarda kıçımı koklardı; eğer mesih olsaydım, hırsız olurdum herkes susar hiçbir şey yapamazdı; eğer mesih olsaydım alkolik olurdum, insanlar da beni takip ederler doğruyu yaptıklarını zannederlerdi; çok şükür ki mesih değilim ve annemde bekaretini satılığa çıkarmadı ve almaya yeltenen olmadı...” Ayrıca “Ballade Pour une Orgie” kilise içinde grup seksten, “La Bataille du Sucre” şeker kıtlığı olunca dünyanın durumundan, çocukların şeker yalamak için nasıl kavga çıkarmaya meyilli olacaklarından, birer birer ölüşlerinden, ailelerin açlık ve susuzluktan çocukların gözyaşlarını içmelerinden bahseder. Tüm bu duygular, albümün plak baskısının içindeki kitapçıkta da (resmini paylaştım) artistik bir biçimde resmedilmiştir.

Albüm, aslında görsel olmayan bir tiyatro gösterisidir.  Müzik, senfonik temellidir. Belli oranda folk izlere de rastlanmaktadır. Klavye kullanımı oldukça yoğudur. Klavye-vokal dominasyonu dışında Brezovar’ın “Exode” ve özellikle “Au de la du Delire” de ki soloları dikkat çekicidir. Flüt, ses efekleri, back vokal müziği süsleyen diğer unsurlardır. Progressive Rock kültürünün en önemli özelliklerinden biri olan müzikal gel-gitler (iniş çıkışlar) bu albümde de mevcuttur.

“Au de la du Delire” 1974 yılında yayınlanan kendine has oldukça başarılı tematik bir  Ange albümüdür. Türü sevenlerin mutlaka uğraması, bilmesi, dinlemesi ve anlaması gereken bir başyapıttır.  


24 Eylül 2013 Salı

Lindsay Cooper Öldü...

Progressive Rock'ın kadın Vokalistleri adı altında başlık açmıştım. Lindsay Coooper ise işin enstrüman tarafında duranlar arasında en başarılı olanlardan... Henry Cow, Comus, National Health, Art Bears, Steve Hillage...vb. gibi bazı Progressive alt kültürlerin  öncü gruplarında Fagot ve Obua çaldı. Ayrıca kendisine ait, 80'li yıllarda çıkmış birçok solo albüm de mevcuttur.
Özellikle ROI ve Avant Prog türlerinin oturmasında kendisinin büyük katkısı vardır...
Sağlam bir aktivist ve feminist olan Lindsay 70'li yıllardan bu yana MS hastalığı ile yaşadı. Maalesef 18 Eylül'de hastalık ile boğuşmayı bıraktı...

14 Eylül 2013 Cumartesi

Tek Kişilik Konser

Üniversite yıllarımdı. 90’ların sonları yani. Evimiz Ankara Çankaya’da Dikmen vadisine bakan taraftaydı. Odamın balkonu, Dikmen vadi projesinin ilk ayağı olan bölüme yakın olan, o kocaman 2  pembe binaya bakıyordu. Balkonda bazen sigara içerken binaların inşaatına bakardım hep.
Apartman, Ankara'da sıkça göreceğiniz tipte bir binaydı. Orada yaşayan, neredeyse herkes ile çok yakındık... İstanbul gibi değil Ankara, ilişkiler daha samimi....
 Apartmanın Zemin katında, TRT’nin neredeyse tüm Sanat Müziği konserlerinde görebileceğiniz Piyanist Erkan Yüksel oturuyordu. Erkan Amca yani. Değişik bir adamdı. Çok gülmezdi. Birkaç kırışıklı olan uzun alnı siyah saçları ile kapanırdı. Benim tanımlamama göre biraz içine kapanık biriydi. Donuk bakardı. İyi bir insan olduğu belli ama etrafı ile çok ilgil
enmeyen, gereğinden fazla kontak kurmayı sevmeyen biriydi. Evinde piyano olmasına rağmen hiç ama hiç çalmazdı. Onun günde en fazla 1 saat uyuyabildiğini sonradan öğrenmiştim. Belki de birçok şeyin nedeni, belki de sonucuydu bu.

Her ne kadar 70’leri seven bir kültürden gelmiş olsa da annem Türk Sanat müziğini de dinlerdi. O vakitler birçok genç gibi bende de biraz ukalalık vardı. Konu müziğe gelince ukalalığın seviyesi kanın yüzüme kadar çekilmesi ile paralel oranda artardı. Her boku ben bilirdim ya...Tabi ne zaman annemleri trt’de sanat müziği izlerken yakalasam ukalalığım alaycı bir ifade ile dile gelirdi. “Sanat müziği neymiş”...

Hala sevmem, bana hitap etmez o ayrı konu. “40 kişilik vokal ekibi 20 tane enstrümanla bunu mu yapabiliyorlar anca?” diye düşünürüm  3-5 dakikalık şarkılar....“aşkın kanununu yazsam yeniden...” Herkes aynı şeyi çalıyor, enstrümanların güzelliği karmaşada kayboluyor. Bir de besteler vokal ağırlıklı olunca müzik iyice ikinci plana gidiyor. Halbuki orada ne güzel enstrümanlar var. İşte bunlardan biri de Erkan Amca’nın piyanosuydu.

Keith Emerson (The Nice, ELP) neler neler yapıyordu klavye ile... Veya pell Mell’den Otto Pusch...mahveder adamı. Ya, Jon Lord ve Ken Hensley?... Vincent Crane? Onu hiç saymıyorum...Jurgen Dollase’nin Manhatten Project’teki klavye performansına ne demeli?...Erkan Amca neymiş...Tamam iyi adam ama  bir fırın değil bir kaç fırın gerideydi bu isimlerden. Annemlere işte bu fikirleri satıyordum.

Normal bir gündü ve okula gitmek için hazırlanmıştım. Aşağı indim ve arabama gitmek için Vadiye bakan taraftaki garaja yöneldim. Bir ses geliyordu ve ben yürüdükçe volümü artıyordu. Evet bu bir piyanoydu, sadece piyano sesi. Apartman duvarı bitip bahçe ve garaj başladığı anda ses tam olarak netleşti. Önemsemedim başta. Bana ilginç gelen taraf, annemin 1-2 defa denk geldiğini  ve çok beğendiğini söylediği Erkan amcayı ilk defa canlı dinliyor olmamdı. Arabaya bindim ama çalıştırmadan son bir kez kulak kabarttım. Müzik gerçekten çok güzel geliyordu. Dışarı çıktım, kaputa oturdum. Arka bahçenin olduğu garajda bir tek ben vardım. Sigara eşliğinde tek kişilik resital bitene kadar büyük bir keyifle dinledim.  Mutlu olunca suratımda salak bir ifade olduğu söylenir. Muhtemelen yine öyleydim. 

Okula gitmedim o gün. Hiç gidecek kafam yoktu. Ağzının tadı bozulmasın diye başka birşey yemezsin ya, aha işte benimki de tam böyle bir şeydi.

Sonra Erkan Amca’ya çok farklı bir gözle baktım. Saygı duydum. Gerçi bir büyük olarak saygı duyuyordum ama müziği ile dalga geçiyordum. Birkaç gün sonra karşılaştığımda kendisine o günü anlattım, hatta teşekkür ettim. Çok güzel çaldığını, mest olduğumu söyledim. “ben teşekkür ederim” der gibi elini omzuma koydu ve başını salladı. Sonra hiç bir şey söylemeden gitti. 

Sonra sıklığı çok artmasa da arada bir duyar olduk müziğini. Sanki bana verdiği o tek kişilik konser gibiydi hep. Ya da ben öyle hissettim...

  

10 Ağustos 2013 Cumartesi

Burgazada Progressive Rock Festivali

Bugün burgazada'da festival var. Kapısı herkese açık. Festival ile ilgili detayları alttaki linkte bulabilirsiniz. Festival ile ilgili şunu yaazmışlar:

“arkadaşlar, bu festivalde, güçlü ses sistemleri, ışık oyunları, sis makineleri, projektörler filan olmayacak. Aynen, 60′lardaki gibi davulda sadece 1 mikrofon, diğer bütün enstrümanlar davulun akustik volümüne balanslanarak müzik yapılacak. insan denilen yaratığın, desibel sınırlarını, güçlü algılanmak adına zorlamayacağız. kulaklarımızın gerçekten algılayabildiği bir desibelde yaşanacak herşey, yanınızdaki ile konuşabileceksiniz. son 30 yıldır, kapitalizmin, her alanda olduğu gibi, müzikte de abartıyı pompalaması neticesinde, müzik dinlenmeyen bir kavram haline geldi, abartı arttıkça arttı, artık yeter, bu abartıyı reddediyoruz. Doğal kulaklarımıza kavuşmak istiyoruz, müzik saf sessizlikten başlayabilmeli, bildiğiniz gibi adalarda, motorlu araçlar yok, yani aslında şehirde farketmediğimiz ve bizi ne olduğunu anlamadığımız bir şekilde çıldırtan dip gürültüsü yok, Orada kendinizi daha temiz ve dinç hissedeceksiniz, kafanız daha az karışık ve daha huzurlu olduğunuzu farketmeniz de cabası..”


http://www.yesilgazete.org/blog/2013/08/02/cennet-bahcesinde-progresif-muzik-festivali/

9 Temmuz 2013 Salı

Spirit - Twelve Dreams of Dr. Sardonicus

Spirit, Psychedelia döneminin önemli aktörlerinden biridir. Dönemin müzikal anlamda en hızlı ve etkin iki ülkesi nden biri olan Amerika’dan (diğeri İngiltere) çıkan ve bugün bile tartışmasız en başarılı Psych albümlerinden biri kabul edilen “Twelve Dreams of Sardonicus” grubun 4. Albümü olarak 1970 yılında piyasaya çıktı. Şahsen katıldığım birçoklarına göre albüm Spirit’in açık ara en önemli albümüdür.

Albüme geçmeden önce biraz hikayelerine değinmek lazım. 60’ların ortalarında kurulan California’lı “The Red Roosters” Sprit’in temelidir diyebilirim. 14 yaşındaki gitarist Randy California, Taj Mahal’den bildiğimiz davulcu Ed Cassidy, Basist Mark Andes ve Vokalist Jay Ferguson’dan oluşan grup kısa süre beraber takıldıktan sonra dağılır. Bu arada Ed Cassidy, Randy California’nın annesi ile evlenir ve üvey de olsa baba-oğul olurlar.

Bu arada baba-oğul New York’a taşınırlar ve çeşitli gruplarda çalmaya başlarlar. Bu arada enteresan birşey olur. Bir gün Randy California bir gitar mağazasında tanıdığı ve muhabbete başladığı Jimmy James adında birinin “Jimmy James and the Blue Flames” adlı grubuna katılır ve bir süre çalar. Ancak İngiltere’den teklif alan Jimmy James, Randy’e kendisi ile gelmesini ister ama yaşı 15 olmasından dolayı Randy gidemez. Jimmy James kim mi? Sonradan Jimmy Hendrix olarak bildiğimiz kişinin ta kendisi..

1967’de evleri California’ya dönen baba-oğul eski grup elemanları ile karşılaşır ve Klavyeci John Locke’u da aralarına alarak aynı yıl “Spirit” i kurarlar ve ilk albümlerini 1968’de yayınlarlar.Twelve Dreams of Dr. Sardonicus grubun bu kadrosu ile çıkardığı son ama en etkileyici yapıttır. “Rüya” üzerine tematik bir çalışma olan albüm Psycheledia sound’una verilecek en başarılı örneklerden biridir. California, genç yaşına rağmen başarılı bir şekilde kullandığı fuzz gitar ile deneysel tarzda takılır ve bu sound albümün en temel unsurlarından biri olarak karşımıza çıkar.John Locke’un moog klavyesi ve Ferguson’un atmosfere uygun vokal  performansı yine ön plandadır. Zaten albümde ki 12 şarkı (orjinal LP versiyonu) bu üç ismin bestesidir.

Grubun önceki albümlerinde de belli noktalarda görülen Fusion(Jazz Rock) az da olsa albüme serpiştirilmiştir. Ancak uçuk ses efektleri, fuzz gitar ve moog albümü Psychedelia veya en fazla Proto Prog çizgisine oturtmakta. Uriah Heep’te gördüğümüz fazla back vokal kullanımı bu albümde de mevcuttur. Ses efektleri ve California’nın harika soloları ile birleşen arka sesler yaratılan atmosferde etkilidir. Kısa şarkılardan oluşan, Dr. Sardonicus’un 12 rüyasını anlatan albüm, baştan sonra aynı seviye de ilerler. Kalite hiç düşmez. Sound’da ufak tefek değişiklikler, yönelimler olsa da tepe nokta hep korunur. 

Grubun hikayesi ne burada başlar ne de burada biter. Ben sadece ellerinden çıkan en iyi işi biraz anlatmaya çalıştım. Bu albüm Spirit için bir dönemin, daha doğrusu en iyi döneminin sonu olmuştur.

 1969’da 3. Albümleri olan Clear’ın  turne yoğunluğundan dolayı açılış grubu olmalarına rağmen Woodstock’a katılamamışlardır. Yerlerine bu görev Jimmy Hendrix ‘e verilmiştir. Vokalist Ferguson ve Basist Andes grubu bırakıp  “Jo Jo Gunne” e transfer oldular. Grubun esas adamı Randy California geçirdiği bir kaza sonucunda yaşadığı kafa travması, çok yakın arkadaşı Jimmy Hendrix’in ölümü ve aşırı uyuşturucu kullanımı yüzünden bir süre gruptan kopmuştur. Belki de bu çok yetenekli gitaristin gözlerden biraz uzak kalmasını da bu yaşadıklarına bağlamak lazım. Çıkardığı solo albümler ve 74’de isim hakkına sahip olarak gruba geri dönmesi onu hiçbir zaman hak ettiği noktaya getirmedi. Kendisi ile ilgili başka bir gerçek hikaye de grubun 1968 yılında çıkardığı ilk albümüde bir California bestesi olan “Taurus”un Jimmy Page tarafından “Stairway to Heaven” bestesinin ilham kaynağı olarak kullanılmasıdır. Spirit ile 69’da Amerika turnesinde tanışan Led Zeppelin ayrıca yine ilk albümdeki “Fresh Garbage” adlı şarkıyı da canlı performanslarında çalmıştır. California ile ilgili en üzücü hikaye ise Hawaii’de 12 yaşındaki oğlunu boğulmaktan kurtarırken boğularak ölmesi olmuştur.

Albüm, çıktığı sene grubun önceki albümleri (özellikle 1969 da çıkan “Clear”) kadar ilgi görmese de yıllar içerisinde geldiği nokta inanılmaz olmuştur. Tür’ün dünya da yapılmış en önemli albümlerinden biri olarak kabul edilmesinin yanında Beatles, Doors, Love..vb. gibi grupların çıkardıkları albümler ile kıyaslanır oldu. Şahsen benimde pek sevdiğim ve sık sık pikapımda döndürdüğüm bu albümü edinin ve dinleyin derim...


24 Haziran 2013 Pazartesi

Gezi Parkı Üzerine...

Gezi Parkı olayları hala devam etmekte ve çok enteresan gelişmeler yaşanmakta. Ben de dahil kimse böyle bir “yeter!” patlaması beklemiyordu. Gazı yedikçe, şiddete maruz kaldıkça ses daha çok çıkmaya daha da gürleşmeye başladı. En önemlisi de korku eşiği kırıldı. “aman oğlum, eyvah kızım” telkinler ile büyüyen nesil dahi üzerini kapatan o kaya sertliğindeki kabuğunu paramparça etti. Thomas Jefferson’ın bir lafı var: “Halk, hükümetinden korktuğu zaman tiranlık; hükümet, halkından korktuğu zaman özgürlük vardır”

E tabi işin içinde özgürlüğe doğrultulan büyük bir tehdit var. Belki yarın itiraz etmek için çok ama çok geç olacak. Yarın belki kursağımızdan geçecek alkolün hesabını soracaklar. Belki doğum için izin ister hatta yalvarıyor olacağız. Yarın belki nasıl yürüyeceğimize, nerelere gideceğimize, kimler ile konuşacağımıza, hatta nasıl davranmamız gerektiğine karar verecekler. Belki kıyafet için icazet alacağımız günler gelecek... İnsanoğlu doyumsuz ve arsızdır. Gücü ele geçirince, hele ki bir de insani vasıfları yeterince gelişmemiş ve ilkel biri ise, tüm dünyayı kendi isteği kendi egosu doğrultusuna sokmak ister. Artık para eşiği kırılmış, bunun bir adım ötesine yani  “sınırsız güce” sahip olmaya çalışır. Bunu için her şeyi ama her şeyi yapar...

Bugünlerde gördüğümüz tam da budur. Halkı koruması gerekenin halka zulmettiği, halkın vekili olması gerekenlerin halka savaş açtığı, besledikleri anlamsız nefret ile yalan- iftira- ihanet üçgeninde halkı halka kışkırtarak iç savaş alarmının verildiği, halka açık alanların halka karşı korunduğu enteresan günler yaşıyoruz. Yalan üstüne yalanların döndüğü, tehditlerin havada uçuştuğu, ayak parmağını sehpa köşesine çarpan “acımadı kiii.. acımadı kiii..” misali  5 yaş çocuk tepkisi veren, ancak acından gözünden yaş gelen Belediye Başkanlarının olduğu bir ortamdayız. Zorla “beni dinleyeceksiniz!” mitinglerine sürüklenen insanlar, kitleler gördük. TV kanallarının eğik duruşu midemizi bulandırdı...
Hesap edemedikleri şu oldu: örgütlenme, demagoji, oy toplama faaliyetleri, katakulli...vb. gibi konularda ne kadar başarılı olsalar da iş “akıl oyunlarına” geldiğinde çuvalladılar. Çünkü başkaldıran kafası zehir gibi çalışan  ve ne istediğini bilen: Halk’ın ta kendisiydi. Yapmaya çalıştıkları tüm oyunlar en sonunda Zaytung’da dalga konusu oldu. Yemedi kimse...Kola kutusuna bira demeye çalıştılar olmadı; Halka CHP dediler yemedi;  Toma ve molotofun başrolde olduğu tiyatroyu gerçek diye yutturamadılar, alkışlamadık oyunu çünkü oyunculuk berbattı; terörist dediler sonra kendileri bile utandılar; dış mihrak dediler tutmadı...olmadı işte. 100 tane çıplak adamın bir başörtülü kadının üzerine işemesini veya camide grup sex yapılmasını duyunca, sallarken inandırıcı olamadıklarını, yaratıcı olmaya çalışacağız diye saçmaladıklarını deneyimledik. Freud ne demiş: "Birinin yalan söylemesine kızmam da yalan söylerken yakalanacak kadar salak bir insanın beni kandırmaya çalışmasına kızarım" 

Sevgisizliğe karşı Sevgi ile, biat etmeye akıl ile cevap verilen bir dönemden geçiyoruz. Gezi parkı, o deneyimi yaşayanların  hayatlarında büyük bir dönüm noktası oldu. Yan yana gelemeyenler kol kola dans etti. Birbirlerine küfür edenler üzerlerinde ki formaları değiştirdi. Farklı şehirlerde ki insanlar birbirlerine temas etti. Tahammülsüzlük yerini saygıya bıraktı. İnsan “öz” ündeki tüm değerlerin özgür kaldığı bir karnaval oldu. “Ütopya” oldu. Devlet büyüklerinin ısrarla “ayrışın, kutuplaşın!” diktesine, kenetlenerek cevap verdi. İlk defa “sen kimlerdensin?” lafının geçmediği, paranın anlamsızlaştığı bir yer oldu gezi. Kolluk kuvvetleri olmadığında, yöneticiler müdahale etmediğinde inanların kavga etmediğini aksine birbirine sarıldığını gördü herkes. Ama bu yaşananlar bugünün dünya anlayışına oldukça ters. “Güç”ü elinin altına almak isteyenlerin hiç istemediği şeyler yaşandı. Bozulmalıydı...her ne pahasına olursa olsun dağıtılmalıydı. Karanfili tazyikli su ile yıkamaya çalıştılar. Demokrasiyi biber gazı ve cop ile sağlamaya çalıyorlar. İşi “bizden-sizden” e getirip “biz sizi döveriz” diyorlar. Tahminim daha da sertleşecekler. Fark etmez...ne demiş Nietszche “beni öldürmeyen şey güçlendirir”

 İleride bu günleri anarken Cumhuriyet Tarihinin belki de en büyük uyanışını, özgürlük arayışını anlatıyor olacağız çevremize. “işte bizde oradaydık, tanık olduk herşeye...” diyeceğiz. Biri ile yolda yürürken omuzlarımız çarpıştığında yumruk kaldırmak yerine “özür dilemeyi” bu günlerin mirası olarak anacağız...Marquez ne demiş: “Benden nefret edenlerden nefret edecek vaktim yok. Çünkü ben, bana değer verenleri sevmekle meşgulüm” 

1 Haziran 2013 Cumartesi

Diren Taksim, Diren Gezi Parkı

Dün taksimdeydik...bugün de orada olacağız...birilerinin uykusunu fena kaçırdık, yine kaçırmaya gidiyoruz...tırnaklarını yedirmeye gidiyoruz...birkaç onbin çapulcu olarak...

24 Mayıs 2013 Cuma

Popol Vuh - Letzte Tage Letzte Nacht


Popol Vuh diyince akla Florian Fircke gelir. Nasıl ki King Crimson diyinnce Ropert Fripp’in, Amon Düül diyince Chris Karrer’in gelmesi gibi. Popol Vuh efsanesi Fricke’nin 29 aralık 2001’de ölmesine dek tam 30 yıl sürdü. Krautrock ekolünün en önde gelen gruplarından biri olan Popol Vuh özel bir ilgiyi fazlası ile hak ediyor.

Müzik kariyeri çok erken yaşlarda piyano eğitimi ile başladı. Haydn ve Mozart çalmayı seviyordu. 19 yaşında bırakana kadar  Freiburg Collage of Music ‘e girdi. Ancak istediği hayatın bu olmadığını anladığında yolunu değiştirdi. 21 yaşında ilk kısa filmini yapması onu, sonradan kadim dostu olacak, ünlü yönetmen Werner Herzog ile tanıştırdı. Fricke’nin fikirleri ve zihninde oluşturduğu dünya Herzog’u fazlası ile etkilemişti. ilk olarak 1968 yılında Herzog’un Lebenszeichen  adlı filminde piyano çaldı. Sonrasında bu dostluk ilerledi ve Herzog’un daha ünlü filmler olan Aguirre ve Nossferatu’nun soundtracklerine imza attı.

Fricke’yi bildiğimiz adam yapan ve Türkiye’de bir blog’da yorum yapılmasını sağlayan olay 1970 yılında Holger Trülzsch ve Frank Fiedler ile kurduğu Popol Vuh grubudur. Zaman içersinde kadro değişiklikleri olsa da Fricke, Popol Vuh’un tek adamı olmuştur.

1970’te çıkan ilk albüm “Affenstunde”’yi takip eden “In den Garten Pharaos”(1971) ve “Hoisanna Mantra”(1972) gerçek Krautrock tadında elektronik müzik ağırlıklı albümlerdir. Sonraki dönem Popol Vuh, 4. Albüm “Seligpreisung” ile başlar. Aslında bu geçişin izleri 3. Albüm olan Hoisanna Mantra’da görülse de Seligpreisung’i başlangıç olarak kabul etmek daha doğru olacaktır.

İşte 1976 yılında 8. albüm olarak çıkan “Letzte Tage Letzte Nachte” Popol Vuh’un bu dönem müziğinin tepe noktasıdır.  Elektronik enstrümanlar yerini akustik enstrümanlara bırakmıştır. Gruba yeni katılan, “Gila”nın kurucusu, Daniel Fichelscher’in bu başarılı albüme önemli bir katkısı vardır. Kullandığı gitar tonu  baştan sona albümü kaplar ve Fricke’nin tuşlularından çok daha öndedir. İlginç bir biçimde aynı şahıs albümde davul yükünü de üstlenmiştir. Vokalist Djong Yun ve yine Amon Düül 2 den bildiğimiz konuk Renata Knaup’un  da katkıları unutulmamalıdır.

Albüm, Fricke’nin deneysel kariyerinde yaptığı en farklı albümlerden biridir. Albüm öncekilere göre dahya serttir. Tabi sert derken Popol Vuh standartlarına göre sert. Çoğu progressive albümde görülen repetitif melodiler buarada da mevcuttur. Özellikle davul, bazı şarkılarda neredeyse aynı ritimleri vurmaktadır. Albümün en etkileyen conceptlerinden biri 3. Şarkı olan “Oh wie weit ist der Weg hinauf” ta geçen “Haram Dei” repliğidir. Farklı bi versiyonunu 6. Şarkıda ve sonraki basımlarda eklenen bonus tracklerde görebilirsiniz. Toplamda aynı albüm içinde farklı şarkılarda görülen Haram dei, 3 farklı vokal (2 kadım 1 erkek) ile söylenerek benim bundan önce duymadığım bir conncept yaratılmıştır.

Popol Vuh kolleksiyonunun en beğenilen albümlerinden biri olan “Letzte Tage Letzte Nachte” Popol Vuh için iyi bir giriş olabilir. Ancak belirtmek lazım ki sadece bu albümü dinlemek Popol Vuh’u anlamanıza yetmeyecektir.  Popol Vuh bir derya, bir denizdir. Ne şanslıyız ki 20 nin üzerinde albüm bırakmış bize Fricke...her dinlediğimizde farklı şeyler hissedeceğimiz, farklı diyarlara gideceğimiz,kafayı kıracağımız...   

6 Nisan 2013 Cumartesi

Brainticket


Türkiye’de Brainticket plağı bulma olasılığı nedir bilmiyorum ama ben 1 saat önce bu istatistiğe büyük bir katkıda bulundum, eminim bundan... E-bay’den  Re-issue plağını  almayı düşünürken, bu eylemin düşüncede kalmasına bugün baya bir sevindim. Kadıköy'ü seviyorum...

Bu güne kadar Brainticket’dan detaylı olarak bahsetmemiş olmam benim ayıbımdır keza Brainticket bu Blog’un headliner’larından biri olmak zorundadır. Brainticket demek,  bir bakıma Belçikalı dahi müzisyen Joel Vandroogenbroeck demektir. Klasik ve Jazz eğitimli Joel, ülkesinde  15 yaşında en genç piyanist ödül almış, sonrasında birçoğu gibi Psychedelia ve Progressive akımın etkisinde kalmıştır. Bir yandan envanterine Harp, Sitar, Flüt gibi enstrümanları eklerken paralelde odağını belli bir yöne kaydırmaktaydı. Yanıbaşında Krautrock’ın temelleri atılmakta, o da bu akımın sıkı takipcisi olmaya başladı. Coltrane, Miles Davis hayranlığı yerini Klaus Schultze’ye bırakıyordu.  Nihayet gitarist Bryer ve baterist Wolfgang Paap ile Brainticket’ı kurdu.

1970’de ilk albümleri Cottonwoodhill,  Bellaphone baskısıyla piyasaya çıktı. Tarif edilmesi, yaşattığı duyguları tasvir etmesi oldukça güç olan bir albümdür. Cottonwoodhill  benim için bir albümden çok farklı bir “deneyim”dir. Albüm bence müzik tarihinin en uçuk, psyhcedelic, drug oriented ve kışkırtıcı albümüdür. Zaten Amerika başta olmak üzere bazı ülkelerde uyuşturucu çağrışımı yaptığı için yasaklandı. Hatta satıldığı bazı ülkelerde “günde 1 defadan fazla dinlenmemesi gerekir”  yazısı yazdılar üzerine. Tüm bunlara belkide Dawn Muir’ın vokal tanımını yeniden düşünmemizi gerektiren oldukça deneysel vokal performansı neden oldu. Vandroogenbroeck  ile  2011’de yapılan bir söyleşide kendisi Cottonwoodhill’ı “o günlerin atmosferinde problem yaşayan bir çiftin psikolojik drumunu yansıttan”  bir albüm olarak tanımlar... Karanlık, oldukça içsel, derin, rahatsız edici ...Sınırları zorlamak bir yana onu çoktan parçalamış ve yeni yerine getirmiş bir albümdür. Anlamaya, hissetmeye bazen alkol yetmez...hatta hiçbir zaman yetmedi.. 

Travmatik bir girişten sonra  grup 1972’de Psychonaut albümünü çıkardı. Albümde fazla morfinden ölen gitarist Bryer başta olmak üzere, Vandroogenbroeck  dışında, tüm grup elemanları değişti. Vandroogenbroeck,  İtalya seyahatinde tanıştığı Carole Muriel başta olmak üzere bir grup İsviçreli müzisyen ile bu albüm için anlaştı. Psychedelic  fikirler, karanlık atmosfer ve progressive eğilim bu albümde de devam etse de ilk albümün aşırı deliliği bu albümde yoktur. Dawn Muir’in çağlayan, dizginlenemeyen vokali yerini Carole Muriel’in dingin ve derinlerdeki sesine bırakır. Kabullenmesi ilk albüm kadar zor değildir.

Üçüncü ve bence gerçek Brainticket’ın son albümü olan Celestial Ocean 1974’te çıktı. Albüm Mısır ölüler kitabından bahsetmekte, ölümden sonra Mısırlıların yaşamlarını, zaman ve uzay’da yaptıkları seyahatleri konu almaktadır. Müzikal anlamda daha ayağı yere basan bir albümdür. Tabi kıyas Cottonwoodhill olunca “ayağı yere basan” tabirini kullansam da kozmik dünya, psychedelia etkisi hala bünyede korunmaktadır. Az bir farkla da olsa genel anlamda grubun fan’ları tarafından daha çok benimsenen ve sevilen albüm budur.

Grup 1980’de Adventure, 1982’ de Voyage, 2000’de Alchemic Universe ve 2011’de 1973 Roma Konser albümlerini çıkardı. Normalde 70’lerin gruplarında tekrar bir araya gelme veya ara verdikten sonra yeniden albüm çıkarmak bir facia ile neticelenir ama bu durum Brainticket için geçerli değildir. Sadece tarzda biraz oynama, daha çok kozmik tarafa kayma gözlenir. Ne olursa olsun grubun gerçek hali ilk dönemidir.

Brainticket, grubun kurucusu ve tek adamı olan, 1984'ten bu yana Meksika'da yaşayan Vandroogenbroeck’ün tanımlamasıyla “ bir gruptan çok bir topluluktur”.  Deneysel bir topluluktur. Dahi müzisyen Vandroogenbroeck’ün grubudur. Yapılan müzik o dönemin şartlarında dahi “fazla” uçuktur.

Brainticket için şunu söyleyebilirim: Psychedelic müzik seviyor ve bu gruptan haberinizin olmaması demek,  spacerock sevip Pink Floyd’dan haberiniz olmaması demektir...sanırım anlatabildim...


27 Mart 2013 Çarşamba

İlginç Hikayeler - 2 (Rod Evans)


Rod Evans ismi  pek çoğu için ilk başta pek birşey ifade etmeyebilir ama kendisinin Deep Purple’ın ilk vokalisti olması ve büyük bir skandalın merkezinde konumlanması onu hakkında konuşulması gereken biri yapar.

Aslında Rod Evans için herşey çok güzel başlamıştı. Kariyerine 60’ların başında çeşitli gruplarda vokalistlik yaparak start vermişti. Bunların arasında en önemlisi Ian Pace’in de dahil olduğu “The Maze” adlı gruptur. Düzgün fiziği ile aynı zamanda modellik yapan Evans, 1968’de kurulan ve ismi tarihe Mark 1 kadrosu diye geçen ilk Deep Purple oluşumunda yerini aldı. Evans ve Paice ikilisinin gruba katılmasında esas odak nokta Evans’tı. Hatta Paice’ın Deep Purple’a (eski adıyla Roundabout) gelmesinde aracı olan kendisi olmuştu. 

Sırasıyla “Shades of Deep Purple”, “The Book of Taliesyn” ve “Deep Purple” albümlerinde yer aldı. Grubun ilk hiti olan “Hush” ı onun sesi ile tanıdık. Hush Amreika’da top 40’ta 4. Sıraya kadar yükseldi. Bu başarıda Evans’ın etkisi oldukça büyüktü.
Ancak grup içinde değişim isteği ağır basmaya başladı. Bir tıkanmışlık vardı ve aşılması gerekiyordu. Kan değişimi lazımdı. Grup, müzikal anlamda biraz daha sertleşmek istiyor ve Evans’ın balad türü şarkılara uygun sesi bu değişim için yetersizdi. Bu süreçte tek kurban Evans değildi. 3. Albümden sonra Ian Paice, Ritchie Blackmore ve Jon Lord bir araya geldiler ve Rod Evans ile basist Nick  Simper’ın grubu daha ileriye götüremeyeceklerine karar verdiler ve yerlerine vokalist ve basist aramaya başladılar. Bu arada Evans’ın evlenmek üzere olduğu kız arkadaşının oldukça zengin bir aileye mesup olması ve yine Evans’ın aktör olma hevesi müziğe olan ilgisini zaten azaltmaya başlamıştı.

Sonunda Evans’ın grupla işi bitmişti. Pek hoş bir gidiş olmamıştı. 1971’de single çıkaran Evans, 1972’de “Captain Beyond”da boy gösterdi. İstenilen başarının gelmediği 2 albümden sonra uzun süre müzik piyasasından kayboldu, ta ki 1980 yılında çok enteresan bi olay ile gündeme gelene kadar.

Bir menajer 1980 yılında bir şekilde boşluktan yaralanıp “Deep Purple” grubunu Evans temelinde kurmaya kalktı. Kurdu!!!! da....Skandal, Evans’ın bu projede yer alması oldu. İsim hakkı onun değildi ve güvendiği menajerler bu sahtekarlığı Steppenwolf için de yapmaya çalışmış ama Jon Kay’in isim hakkını koruması ile başarıya ulaşamamışlardı.

Mayıs-Eylül 1980 arasında sahte Deep Purple Kuzey Amerika’da (Meksika, Amerika, Kanada) turnelere çıkmaya başladı. İş o kadar ilerledi ki Warner Bros. un ortağı olduğu Warner Curb firması ile albüm anlaşması yapıldı. Albüm çıkışı için planlanan tarih kasım 1980’di. Hatta 2-3 bestenin kaydı dahi yapıldı. Ama kaçınılmaz  son, albüm planlarını sonsuza dek engelledi. Gerçek Deep Purple, sahtesine dava açmıştı ve kazanması uzun sürmedi. Sahte Deep Purple’ın bütün faaliyetleri mahkeme kararı ile durduruldu. Tabi ki  ihale Rod Evans’a patladı. Çünkü grupta tek gerçek Deep Purple'lı olan oydu ve diğer grup elemanları kiralıktı. Bu dava sonucunda Evans 700.000 $’ yakın bir ceza aldı ve ilk üç Deep Purple albümünden olan tüm haklarını sonsuza kadar kaybetti.

Bu büyük skandaldan sonra Rod Evans bir daha asla müzik piyasasında görünmedi...

Not: Sahte Deep Purple’ın 1980 Meksika konserinde kaydedilmiş Smoke on The Water videosunu youtube’da bulabilirsiniz. “bogus deep Purple” diye aratmanız yeterli. Smoke on the Water, Evans Deep Purple’dan ayrıldıktan sonra, Ian Gillan’lı dönemde çıkan bir şarkıdır. Bu da ayrı bir ironi...

19 Mart 2013 Salı

Amon Düül 2 - Tanz Der Lemminge


Alman Krautrock ekolünün en önde gelen temsilcilerinden olan Amon Düül 2’nin 3. Stüdyo albümüdür.  Chris Karrer önderliğinde kurulan grup, Alman underground kültürünün en başarılı çıktılarındandır.

Tanz Der Lemminge (Dance of the Lemmings) , 1970’te yayınlanan ve büyük başarılar kazanan “Yeti” albümünden sonra gelmesi itibarı ile herkeste büyük beklentiler uyandırmıştı. İşi zordu ama 2 LP’lik, 70 dakika civarındaki albümde delilik devam ediyordu.  Yeti’nin “Yılın En İyi Albümü” ödülü almasından 1 ay sonra çıkan albüm birçoklarına göre Yeti’nin de önüne geçmişti. Grup çıtayı aşağı çekmemiş hatta daha da yukarı çıkarmıştı.

Enteresan kapak tasarımlı albümün ilk üç şarkısı zaten plağın dört yüzünden üçünü kaplamaktadır. İlk şarkı olan Syntelman's March of the Roaring Seventies albümün en ayağı yere basan şarkısıdır. Sonraki uçuş seansından önce bir nevi hazırlık gibidir. Fazla Alman aksanlı, İngilizce olan vokal bölümü  değişik bir biçimde müziğe uymaktadır.  Çıkış ve inişler çok sert olmasa da belirgindir.  Oldukça güzel melodilere sahiptir.

ikinci şarkı olan Restless Skylight-Transistor-Child, Yeti’nin devamı niteliğindedir, uçuş, kaldığı yerden devam etmektedir. Şarkı kendi içinde birçok deneysel parçalara ayrılmıştır. Repetitif melodiler eşliğinde ilerleyen şarkının içerisinde kaybolmak oldukça kolaydır. Sizi sürekli savurur. Gruba bu albüm ile katılan basist Lothar Meid’in aralarda bir yerde Renata Knaup ile düet yaptığı bölüm albümün en çarpıcı bölümlerinden biridir. 20 dakikalık psychedelic bir maceradır.
(Şarkı ile ilgili bir not: Popol Vuh’tan tanıdığımız Al Grommer konuk sanatçı olarak şarkıda Sitar çalmıştır.)

İkinci plak aslında Veit Relin’in Chamsin adlı hiç yayınlanmamış filmi için yapılan soundtrack’tir.ilk şarkı 18 dakikalık The Marilyn Monroe-Memorial Church emprovizasyon temelli bolca efekt kullanılan bir  çalışmadır. Eko’lu üflemeliler, derinden gelen, marş ritimleri atan davul, tıngırdayan gitar, insanın içine işleyen piyano, sonlara doğru çıldıran davul ...vb. şarkıyı benzersiz kılar. Kabul etmesi , sindilirmesi kolay değildir. Yayınlanmayan bir filmin ödül alan soundtrack çalışmasının en önemli parçası bu şarkıdır.

Son yüz, albümün ilk 3 yüzüne oranla farklı olan yüzdür. Ayakları daha yere basan jam session modunda ilerleyen üç şarkıdan oluşur.

Tanz Der Lemminge, adına Krautrock,  Kozmik müzik veya ne derseniz diyin türünün başyapıtlarından biridir. İçinde birçok gizem barındırır, ayaklarınız yerden keser. Neye uğradığınızı şaşırttırır size. Enteresan duygulara kapılırsınız, “orada” olmak istersiniz, tam orada! Dinleyene ait olan “ora”...

Yeti gibi bir Fenomen’den sonra gelip bu kadar başarılı olması albümü zaten farklı bir konuma koyuyor. Herkese hitap etmediği kesin. Önce Yeti ile ısınmak lazım sanırım..

27 Şubat 2013 Çarşamba

İlginç Hikayeler - 1 (Jerry Berkers)

Hafızamız ciddi anlamda sorunludur. En kolay şeyi  bile hatırlamayız. Hatırlasak bile hatırayı "olmasını istediğimiz" yöne doğru çeviririz ve o şekilde anlatırız sağa sola. Nasıl olursa olsun hayatımızda tuhaf işler olur ve bunlar ilginç hikayeler olarak yer edinir zihnimizde. Belki de ilginç olsun diye uğraşırız ufak! eklentilerle.

4 sene boyunca her allahın günü Taksimdeydim. Kalabalığa, hayata, yoğunluğa, insanlara alışmam gerekirken hep garip geldi her yürüyüşüm. Gelen geçen insanların yüzüne bakarım hep. Hepsinin birer hikayesi var. Kocaman kitap çıkar her birinden. Nereye giderler? ne için buradalar? şu herif niye üzgün? komik olan ne? niye gülüyorsun?... kendi hayatım ile ilgili anlatacak ne kadar çok şeyim olduğunu düşündüğümde, yürüyen insanların da en az benim kadar hikayeleri olduğunu biliyorum. Sadece detayları hakkında bir fikrim yok. Bilme gibi bir hevesim de yok. Sadece dolu dolu hikayeler olduğunu bilmek dahi yetiyor şaşırmama.

Benim gibi müziği bu kadar çok seven adamlar, sevdiği müziği icra edenlerin hayatlarını da merak ederler. Magazinsel bir şey değil bu. Merak işte. Jim Morrison niye öldü? Jimi Hendrix niye İngiltere'de mehşur oldu? David Byron niye Uriah Heep'ten atıldı?...oldum olası merak etmişimdir hep. bazıları da beni çok etkilemiştir. Yüz yüze tanımam hiçbirini ama yine de babamın oğlu gibi gelir hepsi bana. Garip bir benimseyiş benimkisi.

Beni etkileyen hikayelerden biri de 70'lerin öncü Alman gruplarından biri olan Wallenstein'ın Basisti Jerrry Berkers'ın hikayesidir. Wallenstein'ın en önemli albümlerinden olan Blitzkrieg ve Mother Universe'de yer aldıktan sonra solo albüm çalışmalarına başlar. Bu aradaVietnam'da savaşan Amerikan askerlerine moral vermek amacı ile genç yaşta Avusturalya merkezli bir grup ile turneye çıkar. Konserleri sırasında sahne şovu yapan kızlardan biri bir keskin nişancı tarafından vurularak öldürülür. Avrupa'ya döner, Wallenstein'dan ayrılır ve solo albümü Unterwegs'in kayıtlarına ağırlık verir. 

Ancak bu macera onda kalıcı bir etki bırakır. Yaşadığı bu kötü deneyim onun hiç bir zaman zihninde çıkmaz . LSD alışkanlığı ile yaşadığı bad trip ler herşeyin tuzu biberi olur. Albüm kayıtlarının son safhasından stüdyo'da durumu iyice kötüleşir ama albüm çıkar. Bundan sonra bilinen şeyler pek az. Tek bilinenler ailesinin onu tedavi görmesi için hastaneye yatırdığı ve 1988 yılında ise bir parkta overdose (eroin) dan öldüğüdür. 

Bu yüzden garip bir hüzün verir Wallenstien bana. Solo albümü Unterwegs, çok güzel bir albüm olmasa da tüylerimi diken diken eder. Nasıl? Niye? Neden? 





 

3 Ocak 2013 Perşembe

Biglietto Per L'Inferno

70’lerde İtalyan Senfonik furyasından çıkan en önemli gruplardan birisidir. Müzik türü ve kullanılan enstrümanlar bakımından diğer ülkedaş gruplardan görünüşte bir farkı olmamasına rağmen müziğe kattığı ruh ve özellikle Flütist ve Vokalist olan Claudio Canali’nin eşsiz performansı grubun,birçoklarından sıyrılmasının anahtarı olmuştur.

Adını ilk defa 1973 yılında Napoli’de ki festivalde duyuran grup 1 sene sonra kendi adı ile 70’lerde ki ilk ve tek albümünü çıkarmıştır. Grup Senfonik temellere sahip olsa da, albümlerinde bazı bölümler o günlerin İtalyan müziğine göre sert olarak tanımlanabilir. Grup müziğinde heavy ve senfonik ögeleri başarı ile birleştirmiş, kendine göre bir tarz geliştirmiştir. Tartışmasız sert geçişleri en iyi yapan İtalyan gruptur.

Grubun ismi “Ticket to Hell”  (Cehenneme Bilet) anlamına gelir. Arthur Brown gibi Şeytan-Tanrı temaları işlenmese de şarkılarda genel anlamda ölüm, duygusallık, hüzün ve isyan hakimdir. Bu atmosfer Canali’nin vokali ve Flüt geçişleri, Giuseppe Cossa ve Giuseppe Banfi’nın klavye tonu,  Marco Mainetti ‘nin sert tonlarda kullandığı gitar ile tamamlanmaktadır. Canali ses tonu ile duygusallık – hırçınlık arasında müthiş geçişler yaparak İtalyanca bilinmese dahi insanı grubun bulunduğu ruh seviyesine  kolayca çıkarmaktadır. 
Albümün en popüler şarkısı olan Confessione’nun sözleri Canali tarafından yazılmıştır. Bir cinayetten bahseden şarkı keskin iniş çıkışlara sahiptir. Gitar kullanımı ve Canali’nin sesi öne çıkan unsurlardır. Şarkının 2. Yarısı gitar önderliğinde enstrümantal ve heavy sound hakimiyetindedir. “Una Strana Regina”6 dakikalık bir şarkı olmasına rağmen kendi içinde birkaç şarkıdan oluşmaktadır. Çok kişilikli bu şarkıda geçişler yine keskindir. Harika bir piyano prelüdü ile başlayan müzik vokal eşliğinde bir anda hızlanmakta ve sonra aynı hızda sürekli değişmektedir. Harika melodiler hava uçuşur. Bu şarkı grubun ruh halini en güzel özetleyen şarkı olarak görülebilir.  Depresif duygussallık ve isyan...”Il Navere” nin de büyük bir farkı yoktur. Gel-gitlerin olduğu , gitar ile ayağı yere basan, Canali ile uçan bir şarkıdır.

13 dakikalık “Lamico Suicida” bu albümün kesinlikle başyapıtıdır. Perde, piyano-synth önderliğinde açılır Canali’nin muhteşem yorumu ile devam eder. Grup yeterince ünlü olabilseydi ve sözler italyanca olmasaydı Canali’nin bu şarkıdaki  vokal performansı tüm zamanların en iyileri arasında gösterilebilirdi. Şarkının konusu intihar eden bir arkadaş ile ilgilidir ve doğal olarak müziğin travmatik olması kaçınılmazdır. Daha derli toplu olan ilk yarıyı deneysellik ve enteresan geçişlere sahip bir 2. Yarı takip eder.

Bu albümden sonra grup üretmeye devam etse de kısa süre sonra dağılmış. Gün yüzüne çıkmayan, 1974-1975 yıllarına ait bu çalışmalar "Il tempo della semina" adında bir albüm olarak 1992 yılında basıldı. Grup elemanlarının birçoğu dağıldıktan sonra müziğe devam etmemiş, farklı hayatlara yelken açmışlar. Claudio Canali  Lucca, Tuscany’de bir manastırda keşiş olmayı seçmiştir.

Grup 2007’de tekrar bir araya gelmiş, 2009’da Tra I'assurdo e la ragione adında folk ezgilerin ağırlıkta olduğu bir albüm yapmıştır.

Biglietto Per’l Inferno, sadece İtalyan değil tüm Senfonik Progressive müzik dünyası için önemli gruplarından biridir. Müzikalite üst düzeydedir ve bu albüm tüm müzikseverlerin uğraması ve görmesi gereken eşsiz bir diyardır.

2 Ocak 2013 Çarşamba

26 Aralık 2012 Çarşamba

Catapilla


Tarifi kolay olmayan gruplardan biridir Catapilla. 60 sonlarında kurulan grup, isim seçme konusunda çok zorlanmamıştır diye düşünüyorum. Kendilerine ilham veren “şeyi” grup ismi olarak seçmeleri çok olası; her ne kadar Catapilla, (Caterpillar) tırtıl demek olsa da. Aynı tabir Jefferson Airplane’in White Rabit şarkısının sözlerinde de geçmektedir ama konunun tırtıl ile uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur.

Catapilla gerçekten oldukça farklı bir o kadar da yaratıcı bir gruptur. 1971 ve 72 yıllarında üst üste 2 albüm çıkardıktan sonra resmen ortadan yok olmuşlar . Bildiğim kadarı ile saksafoncu Robert Clavert dışında müzkal kariyerine devam eden kimse yoktur.  

71 yılında aynı adla çıkardıkları ilk albüm janra anlamında tarifi oldukça güç bir albümdür. Temelinde Fusion (jazz-rock) motifleri olsa da genel anlamda Fusion veya Jazz gruplarından keskin biçimde ayrılan tarafları vardır. En başında da vokalist Anna Meek gelmektedir. Aslında grup ilk kurulduğunda kardeşi  Jo Meek düşünülmüş olsa da  vokal Anna’ya emanet edilmiştir. Sıradışı bir tarzı olan Meek’in sesi uçlarda gezmekte, bazen Aletta (Saturnalia), bazen Dagmar Krause (Henry Cow) bazen Inga Rumpf (Frumpy/Atlantis) bazen de catherine Ribeiro (Catherine Ribeiro & Alps) olmaktadır. Bu 4 sesi tanıyanlar saçmaladığımı düşünebilir ancak Anna Meek’i dinlediğinizde ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Dediğim gibi Fusion temelinde olsalar da Psychedelia, Heavy, Avant-Garde ve deneysellik müziklerinde sıkça rastlanılan akımlardır. 4 şarkıdan oluşan ilk albümün 24 dakikalık epic çalışması “Embryonic Fusion” yaratıcılığın güzel bir örneğidir. Şarkı saksafon önderliğinde keskin iniş çıkışlara sahiptir. Anna Meek’in şarkının orta bölümlerinde gitar solo sonrası yaptığı vokal Novalis’in vokalisti Mühlböck’ün Brandung albümünde Dämmerung yorumuna benziyor. Albümün ilk şarkısı Naked Death ise görece daha kısa (15 dakika) bir şarkı. Anna Meek’in şizofren performansı ile başlayan emprovize mainstream fusion temelinde devam eden müthiş bir gitar solo ile sonlanan harika bir çalışma. Albüm baştan sona uçlarda gezer ve nereye sürüklendiğinizin farkına bile varamazsınız.

İkinci Albümleri olan “Changes” da ilk dikkati çeken unsur grubun kendini geliştirdiğidir. Daha ayağı yere basan, daha sakin bir albümdür. Sanki ilkinde ki fırtına ve kaos bu albümde yerini dinginliğe bırakmıştır. Fusion temeli korunmuş ancak ilk albümde ki heavy unsurlar burada kendini yoğun olarak space ve psychedelia’ya bırakmıştır. Albüm genelinde saksafon kullanımı yine yoğundur. Daha duygusal ve göklerde gezen bir albümdür. İlk albüme kıyasla iniş çıkışlar o kadar yoğun değildir. Anna Meek tarafında da değişiklik  göze çarpar. İlk albümde sıkça başvurduğu çıkışlar bu albümde pek görülmez. Bu sefer Dagmar Krause’dir (Henry Cow) kendisi. Vokal neredeyse albümün tamamında echo’ludur. Özellikle 2. Şarkı Charing Cross’ta ki performansı oldukça etkileyicidir.  Hem vokal hem de albümün genel atmosferi  space-fusion diye uydurabileceğimiz, pek eşine rastlanmayan bir janraya taşır bizi.

Catapilla her 2 albümde de sizi alır başka başka diyarlara  götürür. Hayal gücünüzün sınırına bağlı olarak bir süre sonra nerede olduğunuzu şaşırırsınız.  İlk başta belki müziğe ve gruba alışmak kolay olmayabilir.  Ancak sebat etmenizi öneririm, çünkü son derece kaliteli, özel ve daha da önemlisi etkileyici bir gruptur. Frekansı yakaladıktan sonra kendinizi Catapilla’nın ellerine bırakın. Bilinçaltınızın izdüşümüne götürecektir sizi... 

19 Aralık 2012 Çarşamba

Hafızamın Bana Ettiğine Bak!


İnsan hafızası “Bağlamsal”dır. Bir şeyi hatırlamak için ipuçlarına ihtiyaç duyar. Bu ipuçları ne kadar fazla ve ipucunun bizde bıraktığı algının yelpazesi ne kadar geniş ise hatırlanan şeyin yanlış olma ihtimali de o kadar yüksek olur. Yani hantal ve güvenilmez bir yapısı vardır. Bazen bazı şeyleri hatırlamak için beynimizde eşleştirme yaparız veya beynimiz otomatik olarak eşleştirir.

Hayatta yaşadığım herşeyi hatırlamam mümkün değil. Geçen hafta ne yedim bilmiyorum. En son ne zaman davul çaldım? Son gittiğim konser? Son bir senede okuduğum kitaplar? Geçen hafta kaç defa içtim? Hatta ne içtim? Hatırlamıyorum işte. Belki biraz düşünsem bazılarını bulurum. Ama emin olamıyorum. Peki nasıl oluyor da yıllar önce yaşadığım bazı şeyleri hatırlayabiliyorum?

Muhtemelen bunun en oturan cevabı “sıradanlık” olsa gerek. Sıradan olan, rutin olan, alışıldık olana pek dikkat etmiyorum. Herkes gibi bende de iz bırakan anıları hatırlıyorum; genelde sıradışı olanı. Ama birşey fark ettim. Bunu bilerek yapmadım ama olmuş işte. Şimdi anlıyorum. Anılarımı deştiğimde, sıradan veya sıradışı fark etmez, gözümün önüne gelen imgelerin ardında soundtrack misali birşeyler çalıyor. Mekan veya olay farketmez. Her spesifik anımda aynı şarkı çalıyor; hiç değişmiyor. İmgeler, kendisine derinlerden çıkıp gelen yenileri ekledikçe soundtrack’de uzuyor. Adeta yapışmış, onun bir parçası olmuş. Başka birşey olamazmış gibi.

İşin garip tarafı anılar içerisindeki unuttuğum detayları hatırlamak için kafamın iyi ve soundtrack’inin açık olması çoğu zaman yetiyor. Terapi. Şaman kökenimin etkisi olsa gerek.  Beynimdekileri kusmak istediğim anlarda işe yaradığını çok gördüm.
Peki hafızamda böyle kaç bağıntı var? Bunun bir soundtrack’i olmadığı için düşünmem lazım. Kesin birşey çıkarmam mümkün değil ama anılarımı biraz deştiğimde bu eşleştirmeyi oldukça sık kullanmış olduğumu görüyorum.

Neler yok ki...ilk göğe! yükseldiğimde Pink Floyd-Set the controls for the heart of the sun vardı. Japonya Nagoya’da Uriah Heep – Shadows of Grief;  Nemrut Dağı diyince ilk aklıma gelen dağa tırmanırken yolda direksiyonu bırakıp böğürerek söylediğim The Doors- Take it as it comes; Viyana – Graz arası trende puslu havanın yarattığı sisin altında kalan dağ evlerini seyrederken Clear Light – Street Singer;  Hastalıktan geberdiğim ve 21 gün evden çıkmadığım günlerimde iğnenin bile pek yararının dokunmadığı, beynimin günlerce süren ağrılarla çatladığı, tam 6 kilo verdiğim dönemde Budka Suflera - Jest taki samotny dom;  Gecenin köründe Antalya’dan Belek’e giderken Biglietto Per’l Inferno – L’amico Suicida. 56 saati bulan  uykusuzluğum'da Igra Staklenih Perli - Pecurka...

Hakikaten uzadıkça uzuyo, bir sonu gelmeyecekmiş gibi duruyor. Hangi yaşanmışlığıma neleri yapıştırdığımı bilinçaltım  bilse de üst benliğim yeni yeni öğreniyor. Kendimde, kendimi öğreniyorum.... Bunun gibi birşey işte, açıklayamıyorum tam....



10 Aralık 2012 Pazartesi

Dünya Küçük


Parapsikolojiyi işin içine bulaştırmadan,  hepimizin başına ilginç tesadüfler gelmiştir. Bazen bunlar bir kıvılcım çakar ve işin peşine düşeriz; veya eksik parçalar bir araya gelir yap-boz tamamlanır. Hiç ummadığımız yerlere gideriz.

Geçenlerde ne dinlesem diye plaklarımı karıştırıken “Transit Express”i çekip çıkardım. Fransız ekolünü çok sevmesem de bu grubu ve özellikle 2. albümleri olan “Opus Progressif”i beğenirim. Kaliteli bir fusion grubudur. Bu plağı yanlış hatırlamıyorsam geçen sene Kadıköy Dipsahaf’tan almıştım. Türkiye’de bunu bulmuş olmama hala şaşkınım. Neyse, herzaman ki gibi kanepeye uzanıp müziği dinlerken plak kabını incelemeye başladım. Bu hiç vazgeçemediğim bir alışkanlığımdır. Bütün plak kaplarını ezbere bilsem de yine de elimde dolandırıp göz atarım hep. Plak sevgisi böyle bişey işte, düşüremezsin elinden, sever okşarsın sürekli...

Albümde en sevdiğim şarkılar olan son 2 şarkıyı (opus progressif part 1 & 2) dinlerken bir anda grupta keman çalanın kim olduğunu merak ettim. Sayısız grup ile ilgili araştırma yaptığımdan genelde isimleri bilirim veya bir şekilde duyarım. Ama Transit Express için hiç böyle birşey yapmamıştım. Kabın arkasını çevirdiğimde “David Rose” ismi ile karşılaştım. Sadece son 2 şarkıda çalmıştı. Sonra kendi kendime sordum bu David Rose Amerikalı Fred grubunun kemancısı David Rose olabilir mi? diye.

-Kısaca Fred’e değineyim: Fred zamanında albümleri yayınlanmamış, oldukça başarılı bir Fusion (her ne kadar ilk albümleri olan Fred bir psychedelic albüm olsa da devamında yapılan “Notes on a Picnic” ve “Live at the Bitter End” kayıtları tam anlamı ile Fusion temellidir.) grubudur. Grubun gitaristi Joe DeChristopher tarafından tutulan kayıtları 90’lar dan sonra cd olarak basılmış ve gün yüzüne çıkmıştır. Amerika, 70’ler de Avrupa ile olan müzik yarışında nal toplamış olmasının altında belki de Fred gibi oldukça yetenekli ve başarılı grupların değerlerinin bilinmemesi yatıyor olabilir.Fred, ilk dinlediğimden günden beri en sevdiğim Amerika’lı gruplar arasında üst sıralarda yer almıştır.-

İsim benzerliğidir diye düşündüm çünkü o zaman dünya bu günkü kadar küçük değildi diye bir önyargım vardı. Amerika ve Fransa arasında koca bir okyanus bugün de mevcut ama iletişim (ve karşılıklı etkilşim) anlamında o günler ile bu günler arasında ki fark çok daha büyüktü.

Denir ya hep: “Önyarılarından kurtul!” diye...Çünkü hayatta herşey mümkün; tıpkı David Rose’un Fred’den sonra Fransa’ya yerleşip “David Rose Group” adı altında Fransa’nın üst düzey müzisyenleri ile grup kurup tam  6 solo albüm çıkarması ve Transit Express’te çalmış olması gibi.

Enteresan ama kapta adı geçen David Rose, aklıma ilk gelen ama ihtimal vermediğim kişiydi. Güzel bir tesadüf oldu. En azından müziğini sevdiğim bir adamın ortadan kaybolmadığını, dinleyecek birçok materyal bıraktığını öğrendim. Hiç ortada yokken, gözleri kapatılan ve eline çikolata tutuşturulan çocuğun gözleri açılınca çok kısa şaşkınlığı takiben yaşadığı mutluluğun daha az mimikli ve volümlü haliydi hissettiğim...   
     

22 Kasım 2012 Perşembe

Progressive Rock'ın Kadın Vokalistleri (Bölüm-4)



Bazen ifadelerin, anlatımların değeri (gerçek veya yapay, farketmez) tezatlarının verilmesiyle ortaya çıkar. Bir arkadaşlığın değeri en çok, yalnızlıkta veya  düşman  ortamında anlaşılır. Biri fiziksel diğeri tinsel tezat. Din icadı değil mi şeytan imgesi ile insanlara korku salarak tanrıya yaklaştırmaya çalışan? İyiliğe (kime göre, neye göre?) görütmek için kötülüğü yaratmak...

Ne olursa olsun, hangi taraf seçilirse seçilsin karmaşık duygulardır asıl hakim olan. Şaşkınlık, öfke, korku, sevinç...doğruların karışımıdır aslında, subjektif doğruların... problemi de, güzelliği de, nefreti de provoke eden bu değil midir zaten? Kontrol edilebildiği oranda heyecanlıdır bu deniz. Aksi hali tehlikeli olabilir...
Comus tezatlıkların grubudur gözümde. Ayrı bir parantez’de, ayrı bir köşede konsantre olarak incelenmelidir. Çünkü bunu fazlası ile hak ediyor. Burada konumuz ise grubun beynimizi, ruhumuzu parçalayan tezatlıklarından biri: Bobbie Watson...  

16 yaşında macera uğruna okulu bırakıp Comus’un temellerini atan Roger Wootton, Glen Goring ve Andy Hellaby’nin yaşadığı Londra’da ki komün evine gelir. Evde hep müzik vardır; pikaptan veya canlı...Zaten akabinde Comus kurulur ve 1971’de epik, başyapıt albümleri “First Utterance”  çıkar. Albümde Watson, grubun en önemli adamı konumunda ki Roger Wootton ile vokali paylaşır. Wootton  kötü adam, şeytan, iblis iken Watson büyülü, nazik, melek tarafıdır. İlk single’ları Diana’da ki düetlerinde bunu açıkça görebilirsiniz. Watson’ın tek başına söylediği “The Harald” performansı oldukça etkileyicidir. Yine Wootten ile düet yaptığı “The Bite” ve albüm genelinde ki back vokali kesinlikle iyinin timsali...subjektif olarak...

“Principal Edwards Magic Theatre”,  Exeter üniversite’li 14 gencin okullarını bırakarak sanatsal amaçlar ile bir çiftlik evine yerleşip komün hayat kurmaları ile başlamış  oldu. Müzik temelinde ışık gösterileri ve dans ile bezenmiş folk müziğin önemli figürlerinden biri de etkileyici ve kendinden emin sesi ile Vivienne McAuliffe olmuştur. Meslektaşı Bobbie Watson’ a nazaran daha sakin ve olgun bir sese sahiptir. Özellikle “Autumn Lady Dancing” performansı  başarılıdır. Watson ile ortak yanları back vokal performansları birbirlerine yakın olmasıdır.

Zaman zaman wah wah eşliğinde heavy, çoğunlukla Jazz Rock temelli tarzına münhasır Catapilla’nın bir o kadar enteresan vokalisti Anna Meek’ten bahsetmemek büyük eksiklik olur. Kendisini bazen  Pell Mell’in vokalisti Rudolf Schonn’un kadın versiyonu olarak  görürüm. Sakin sesi bir anda çığrından çıkıp herşeyi darmadağın edebiliyor. Aynı şarkı içerisinde sesini farklı uçlarda kullanmayı, bu kadar keskin çizgilerde yapabilen nadir kişilerden biridir. 5 saniye içerisinde melek, şeytana dönüşebiliyor. Sesinin bir çok yerde müziğin önüne geçtiği aşikar.Ama kesinlikle vasat değil...ya dahice ya da çok kötü...tabi subjektif olarak...

1 Kasım 2012 Perşembe

Boline-Boline 1982


Yıllardır kendimce müzik dinlerim, yazı yazarım; en önemlisi sohbet ederim. Doğal olarak konuşulan konular hep -göreceli olarak- “güzel” olan üzerindir. Vasat gruplar için tek bir cümle kurmayı bile gereksiz görürüz. Cümle kursak da içinde pozitif  anlamda bir kelime bile yoktur açıkcası.
Bazı istisnalar yok değil. Eğer grup, kariyeri boyunca harika bir albüm çıkarmış ve devamında işler iyi gitmemişse, ağır eleştirilse dahi o “kötü” olanda zorla bir parça güzellik aranır; hatta bulunur. En azından kaale alınır. Bazı grupların bu şansı hiç olmaz. Belli ki bir heves ve güzel hedefler ile girilen o stüdyo onlara istediklerini vermemiştir.

Boline, daha yeni öğrendiğim Danimarkalı bir grup. İlk ve tek albümlerini 1982 yılında çıkarmışlar. Grup ile ilgili gözüme çarpan en önemli konu, 1978 yılında kendi adı ile albüm çıkaran multi-enstrümantalist Tomrerclaus’un da grupta olması. Bu ilk albümü, 2002 yılında çıkardığı “En Spade er en Spade” kadar başarılı olmasa da kendisi hatırı sayılır bir müzisyendir.

Boline, kısa şarkılardan oluşan “Crossover” “pop” “Senfonik” ve zaman zaman “Folk” ezgileri farklı vokal anlayışı ile yansıtmaya çalışan, repetitif melodilerin olduğu vasat bir albümdür. Müzikal anlamda bir yaratıcılığı veya yeniliği yoktur. Enstrüman kullanımı oldukça sıradan.

Albümü gözümde vasat yapan değerleri sıralasam da yine de güzel, kulağıma hoş gelen anlarda yok değil. Öncelikle dinamik bir albüm olduğu kesin. Klavye kullanımı belli bölümlerde hoşuma gitti. 2 küsür dakikalık “White Room” güzelce bir şarkı. “Alliance”’daki keman ve atmosfer hoşuma gitti. Bana Nekropsi’yi hatırlatan “La Dot” da fena olmayan bir şarkı.  

Göreceli olarak kötüye kötü demek kötü birşey değil bence; sadece bazen acımasız gibi geliyor bana. En azından verilen çabayı düşündüğümde. Boline, türünün en önemli örneklerinden biri olmasa da sundukları müzik vasat olsa da, yine de değerlendirilmeyi hak eden, binlerce kaybolmuş albümden sadece bir tanesi.  Unutmayın ki bu “vasat” dediğim müzik o dönemin dinamiklerine göre vasat. Bugün yapılan müzik için böyle bir karşılaştırma yapmıyorum. Görünen o ki gün geçtikçe müzikte kirlilik artmakta ve daha iyi şeyler üretme ihtimali ve isteği zayıflamakta, yani yenisi bir öncekinden daha iyi değil.

Yeni bir müzikal devrim gelmez ise o “vasat” dediklerimizi baş tacı yapabiliriz bir gün. Zaten 90’lardan sonra Avrupa’da eski albümlerin gün yüzüne çıkarılması veya yeniden basılmasının en önemli nedeni hala daha iyisinin bulunamamış olması değil mi? 

8 Ekim 2012 Pazartesi

Dream Catcher


Bazı adamlar vardır, vokal yaparken şarkıyı yaşar. Sesinin oktavının bir önemi yoktur; en aazından benim için. Bu adamları kuvvetli bir sese daima tercih etmişimdir.  Geçen gün bir arkadaşımda (man-erg) yine müzik günü yaparken böyle bir adamı dinledim. Jose Cid adı...Quarteto 1111 adlı 70’lere ait nadir Portekiz gruplarından birinin vokalisti, aynı zamanda klavyecisi.

2 şarkıdan oluşan 1975 çıkışlı “Onde, Quando, Como, Porquê Cantamos Pessoas Vivas” adlı albümün 2. Şarkısının ortalarına yakın bir bölümde başlayan ve 3-4 dakika süren bölüm söylediğim şeye vereceğim en güncel örnek.  Sadece ingilizce bildiğimden kendi dillerinde bu adamların ne demek istediğini hep merak etmişimdir. Neyse ki google translate var. Tam verim alamasam da en azından neden bahsettiğini anlayabiliyorum.

Bazen ne dediklerine özellikle bakmıyorum. Aslından çoğunlukla bakmıyorum. Moduma göre her dinlediğimde kendimce bir anlam çıkarmayı seviyorum. Bir nevi sözleri ben yazmış oluyorum. O an ne hissediyorsam o oluveriyorlar...ne güzel değil mi? Her dinlediğimde farklı bir deneyim. Mona Lisa misali, ben ne açıdan bakarsam bakayım o da hep bana bakıyor, gülümsüyor.  

Genelde müzik bana bunu yaptırır. Ama ben vokalde de kendime böyle bir yol buldum. Hayalim için her gün yeni bir macera. Ta ki vapur iskeleye yanaşana kadar...Sonrası gerçek hayat, sözlerin anlamı kesin orada. Değiştirmek için, kendince anlam yüklemek için çabalarsın yıllarca ama çok kısıtlı bir zafer elde edebilirsin. Çok fazla şey değiştiremezsin, senin için daha önceden belirlenen raylara sadık kalman gerekecektir. Ama hiçbir şey seni hayalinin sana verdikleri kadar özgür kılamaz:  kurallar yok orada, ayıp yok, zaman kavramı yok. Kimse hesap sormaz sana. Belki de kendince özgür olabildiğin tek yerdir hayal dünyan. Fütursuzca düşünebilirsin.

Tabi bu boyuta geçmek için bir aracı, yardımcı gerekecektir. bir Dream Catcher...Müzik buna çok uygun ve sadık bir aracı. Giderken yanınıza almanız gerken şeyler için birkaç ipucu vereyim:  Biglietto Per’l inferno – L’amico Suicida, Budka Suflera - Jest Taki Samotny Dom, Campo Di Marte – Primo Tempo, Ange - Les Longues Nuits D'Isaac, Osanna – Oro Caldo, Quella Vecchia Locanda - Un Giorno, Un Amico...

Yetmezse haber verin...:)

24 Eylül 2012 Pazartesi

Das Lied Des Teufels

Das Lied des Teufels, (the song of devil) Türkçe “şeytanın şarkısı” anlamına geliyor. Aslında bu isim 1971 yılında Politik,  kraut – Fusion ekseninde müzik yapan Hanuman adlı Alman grubun yine aynı ismi taşıyan albümünde bir şarkı. Grup, 2. Albümde ismini Hanuman’dan Lied Des Teufels’e çevirmiş ve 2. albümlerini de bu isimle çıkarmışlar.

Burada amacım Hanuman (veya Lied Des Teufels) tanıtımı yapmak veya şarkı sözlerinden bahsetmek değil. Zaten Almanca bilmiyorum. J Ama bu isim bana  gerçekten Şeytan’ın şarkısı olabilecek, bana bu çağrışımı yaptırabilen şarkılar veya gruplar var mı diye sordurtuyor ister istemez. Böyle düşününce aklıma hemen İtalyan Goblin geliyor. 70’ler de ünlü İtalyan Yönetmen Dario Argento’nun korku filmlerine (örn: Profondo Rosso, Suspiria... ) enstrümantal soundtrack’ler yapmış bir gruptur. Profondo Rosso, Roller ve Suspiria albümleri “Şeytan’ın müziği” ne örnek verilebilir sanki...

Aklıma Comus geldi... tabi ki First Utterance albümünden “Drip Drip” adlı şaheser. Folk grubunun Şeytan ile ilişkilendirilmesi pek kolay rastlanan bir olay olmasa gerek. Ama ne yapayım aklıma geliyor işte. Drip Drip yeryüzünde yapılmış en güzel, depresif, agresif, romantik, deli, hüzünlü, çılgın, şizofren, başyapıt... şarkılardan biridir. Bu şarkıyı bilenler ne demek istediğim çoktan anladılar zaten, bilmeyenlere zehrin ip ucunu verdim bile...işin Şeytan tarafına gelince: tecavüze uğramış ve asılmış bir kızın katili tarafından tasvirinin yapıldığı sözler, Roger Wootten’ın vokali ile hem cani, hem de seven ve acıyan bir adamın yaşadığı çıkmazı ve depresyonu  aynı vücuda sokması ve bunu iliklerinize kadar işletmesi, her dinledikten sonra şarkıyı bir kat daha vazgeçilmez kılan müzik ve atmosfer böyle düşünmem de etkili olmakta...bu şarkı Şeytan’ın ruhunu taşıyor...

İtalyan Biglietto Per’l inferno İtalyanların en önemli gruplarından biri olduğunu biliyorsunuzdur.  İlk albümlerinin başyapıtı L’amico Suicida (my friends suicide-arkadaşımın intiharı) aklıma gelen diğer bir örnek.  Şarkının sözlerinde neden bahsettiklerini bilmediğim günlerde bile beni çok etkileyen bir şarkı olmuştur bu. Bir İtalyan tanıdığıma yıllar önce dinlettiğimde sözlerine tepkisi (aman tanrım!) olmuştu. Şarkı ölü bir bedenin detaylı tasvirini içeriyormuş. Claudio Canali’nin sesi bu betimlemede en önemli payın sahibi...Şeytan’ın Rüzgarı...

Şu ana kadar vokalden gittik ama aklıma Amon Düül 2’nin Yeti albümünden “She came through the chimney” geldi. 3 dakikalık bu kısa ve enstrümantal şarkı da kullanılan efekler, kemanın ağır duruşu ve yaratılan karmaşa şeytanın işine benziyor...

Arthur Brown aklıma geldi dersem sanırım şaşırmazsınız. 68 yılında The Crazy World of Arthur Brown albümü ile Psychedelia döneminin en önemli birkaç albümünden birine imza atmakla kalmamış, o dönemin şarkı sözlerine ve anlayışına karşı tabu yıkan cüretkarlıkta şeytan ve ateş’ten bahsetmiştir. En önemli eseri “Fire” bugün bile o dönemden miras en popüler şarkılardan biridir. Arthur Brown sahne performansı ile bu concept albümü enteresan ve o güne kadar görülmemiş biçimde süslemiştir.  Düşündsenize, Tom Jones, Engelbert, The Byrds, Animals,...vb. dinleyen gençlik bir anda sahnede pelerinli, yüzünde boya ve maske olan, kafasında ters çevrilmiş, şakaklarından boynuna doğru tutturulmuş üzeri yanan bir tas ile  sahnede “Fire, I’ll take you to burn...” diye bağıran, garip garip dans eden bir adam görüyor. Şeytanın vücuda gelmiş hali...

Don Bradshaw Leather...bu bir adamın ismi mi? Yoksa hayali, takma bir isim mi? pek kimse bilmiyor. 1972 yılında çıkan “The Distance Between us” albümün, kimin tarafından yapıldığı bugün bile muammadır. Bir yerde okuduğuma göre kız kardeşi ortaya çıkmış ve abisinin öldüğünü ve bu albümün de ona ait olduğunu söylemiştir. Doğrudur, yanlıştır bilemem ama bu hikaye bile bazı Şeytansal bağlantılar yapmam için yeterli. Müziğe gelince, sadece klavye ile yapılmış 4 tane 20 dk. civarında şarkıdan oluşan bir albüm. Ama tahmin edeceğinizden daha yaratıcı işler çıkarılmış. Mod’u yakalayabilirseniz oldukça etkili olabilen bir albüm. O mod şeytan olabilir, dikkat edin...

İsviçreli Psychedelic Kraut grubu Brainticket’ın ilk albümü Cottonwoodhill’dan Brainticket part1 ve part 3, repetitif hammond’u, Dawn Muir’in Şeytanı kadına indirgeyen sesi, atmosferi ve efekleri ile bu başlığa yakışan eserler.

Veya Coupla Prog’un “Tochter in Delirium” adlı enstrümantal şarkısı...Repetitif bass ve gitar tınıları, yavaş yavaş tırmanan ve bir anda sakinleşen tempo,  hammond’un tonu tam şeytan işi....

Biliyorsunuz ki beynimiz bilgisayar gibi her datayı taramaktan ziyade ipuçlarından yola çıkarak çalışır. Yani hafızamız “bağlamsal’dır. İşte benim hafızamın ilk öne çıkardıkları bunlar. Ya sizin?