Uzundur Balkanlarda görmediğim ülkeleri ziyaret etmeyi istiyordum. Sonunda muradıma eriyorum. En güzeli de bunu araba ile yapacak olmam.
İstanbul dışında kalan dünyadaki tüm kara parçalarında araba kullanabilirim. Bu şehirde araba kullanmak işkencenin bir üstü. Her ne kadar doğup büyüdüğüm yer olan Ankara da son yıllarda trafiğe boğulsa da işler buradaki kadar sinir bozucu değil. Bu yüzden trafikle doğmadım, insanlar gibi hayatımı 2-3 saatlik dur-kalk seansları ile yemeğe, bunu kabullenmeye niyetim yok.Mümkün mertebe araba kullanmayacağım şekilde ve mekanlarda toplantılarımı hallediyorum. Ama arada bir de olsa kaosa bodoslama dalmak mecburiyetinde kalıyoruz işte...bin lanet, tövbe, küfür...oluyor işte arada.
Enteresan olanı da insanların buna alışmış olmaları. Sıkışan trafiği görünce ve gideceğim mekana olan saat uzaklığımı düşününce sinirim bozuluyor.Ancak trafikte benim gibi kalan insanların suratına bakıyorum, gayet normaller. Hiçbir şey olmamış, sanki keyif alıyormuş gibiler. Kaba bir hesapla bir insan 7 saat uyusa, 8 saat çalışsa, öğle yemeği falan kafadan 16 saat gitti. Geriye kaldı 8 saat. Hayatın ile ilgili sana kalan zaman bu kadar. Yeme-içme, duş-banyo-tuvalet, hazırlanma - giyinme...gibi mecbur işler derken bu rakam iyice düşüyor. Kalanın da 2-3 saatini trafikte boşa harcamak, aslında hayatını boşa harcamaktır bana göre. Ne kaldı ki geriye? İnsanın sinirinin bozulması, çıldırması, delirmesi lazım. Halbuki trafikteki yüzler gayet normal. Alışmışlık hali. Kardeşim bi hayatınız, sevdikleriniz, hobileriniz...vb. yok mu? delirdiniz mi? onca yıl köle olup bi araba almak için deli dana gibi çalıştın, şimdi de kişisel tatminin ve millete göstermelik ota boka araba ile gitmeye çalışıyorsun. Bu nasıl bir iştir?...
Bir Moda sakini olarak, belki bu hayatları yüzden insanlar pazarları o hayvan trafiği göze alarak Ali Ustanın o gayet normal dondurmasını yalamak için saatler harcıyor, diye düşünüyorum. "Birşeyler" yapma isteği. Halbuki çözüm çok basit.
Ya hayata karşı bi dertleri var, ya da hayat onlara bu derdi vermiş. Her iki koşulda da insanın paralize olduğu ve döngüden çıkmaya çalışmadığı kesin.
Neyse, dedim ya bu sefer istikamet balkanlar. Slovenya ve Hırvatistan'ı görmüştüm . Sırada Kosova, Makedonya, Sırbistan, Bosna ve Karadağ...var. Tabi yolluk müzik hazırlamak lazım. Nereye gidiyorsak oranın müziğini dinleme gibi bir manyaklığım var. Bu bağlamda Üsküp'te Leb i Sol iyi gider diye düşünüyorum. Hele onların Jovano Jovanke'si yok mu. Sırbistan'da işim daha zor. Çok grup var. Ama Igra Staklenih Perli şimdiden gözümde tutuyor. Kornelyans-Korni Grupa, Yu Grupa, Smak... Bosna'da Bijelo Dugme...
Sanırım buraları gezmek istememde en önemli etken müzik kültürlerini seviyor olmam. Yarından itibaren beni etkileyen müziğin yapıldığı sokaklarda olacağım. Elimdeki Igra Staglenih Perli'nin Inner Flow albümünü basan "Kalemagdan" firmasının ismini aldığı "Kale Meydan" ında olacağım...
13 Ekim 2013 Pazar
28 Eylül 2013 Cumartesi
Ange - Au De La Du Delire
70’lerin Fransa’sından bahsederken Fransız üretimi Zeuhl ve
Fusion başlıkları öne çıksada, diğer ülkelerde yaşananlardan etkilendiklerini
de belirtmek lazım. Bu etkileniş, yaşantı,
tarih, sosyo kültürel durum, yönetim ve hatta ekonomi dinamikleri ile kendine özgü yepyeni yollar bulmaktadır. Mısır patlağı gibi biri diğeri ile
asla aynı olmamaktadır.
Ange, 1969 yılında her ikisi de klavyeci olan Francis ve
Christian Decamps kardeşlerin önderliğinde, Gitarist Brezovar, Davulcu Jelch
ve Basist Haas’ın katılımı ile kuruldu. Grup daha ilk albümlerinden itibaren King
Crimson, Genesis gibi İngiliz grupların yolunda ilerlediler. Peter Sinfield (king
Crimson) gibi çok kuvvetli şarkı sözleri, Senfonik Progressive tarzda duruş ve
Christian Decamps’ın Peter Gabriel (Genesis) misali sahnede teatral gösteriler benzeşsede,
Ange kendi tarzını, kültürünü yaratmayı bilmiş ve Fransa’dan çıkan en önemli
gruplardan biri olmuştur.
“Au de la du Delire” grubun 3. ve en önemli albümlerinden
biridir. Grubun teatral imajı tepe noktasındadır. Senfonik ögeler temelindeki
müzik, zaman zaman folk fikirler ile, klavye ve vokal etrafında şekillenmektedir.
Ange, genelde tüm dünyada müzik yoğun ilerleyen senfonik progressive’e genelde saldırgan
ve agresif vokal pasajlarını oldukça başarılı bir biçimde yerleştirmiştir. Bu
da grubu “farklı” kılmaktadır.
Şarkı sözleri için ayrı bir parantez açmakta fayda var. Fransızca
bilmeyen biri için grubun vokal yükünü çeken Christian Decamps’ın sarf ettiği
sözler bir anlam ifade etmez. Ola ki teatral vokal performanstan etkilenip
derinliğine araştırma yapmaya kalkarsanız altından başka bir dünya çıkmakta. Bol
iniş çıkışlı, histerik, depresif vokal geçişlerinin olduğu sözler, başta din ve
yönetim karşıtlığı kapsamında, oldukça sert bir biçimde ele alınmış. Biraz değinecek olursam: “Si J'Etais le Messi”
de “eğer mesih olsaydım eşcinsel olurdum,
insanlarda kıçımı koklardı; eğer
mesih olsaydım, hırsız olurdum herkes susar hiçbir şey yapamazdı; eğer mesih
olsaydım alkolik olurdum, insanlar da beni takip ederler doğruyu yaptıklarını
zannederlerdi; çok şükür ki mesih değilim ve annemde bekaretini satılığa çıkarmadı
ve almaya yeltenen olmadı...” Ayrıca “Ballade Pour une Orgie” kilise
içinde grup seksten, “La Bataille du Sucre” şeker kıtlığı olunca
dünyanın durumundan, çocukların şeker yalamak için nasıl kavga çıkarmaya
meyilli olacaklarından, birer birer ölüşlerinden, ailelerin açlık ve
susuzluktan çocukların gözyaşlarını içmelerinden bahseder. Tüm bu duygular,
albümün plak baskısının içindeki kitapçıkta da (resmini paylaştım) artistik bir biçimde resmedilmiştir.
Albüm, aslında görsel olmayan bir tiyatro gösterisidir. Müzik, senfonik temellidir. Belli oranda folk
izlere de rastlanmaktadır. Klavye kullanımı oldukça yoğudur. Klavye-vokal
dominasyonu dışında Brezovar’ın “Exode” ve özellikle “Au de la du Delire” de ki
soloları dikkat çekicidir. Flüt, ses efekleri, back vokal müziği süsleyen diğer
unsurlardır. Progressive Rock kültürünün en önemli özelliklerinden biri olan
müzikal gel-gitler (iniş çıkışlar) bu albümde de mevcuttur.
“Au de la du Delire” 1974 yılında yayınlanan kendine has
oldukça başarılı tematik bir Ange
albümüdür. Türü sevenlerin mutlaka uğraması, bilmesi, dinlemesi ve anlaması
gereken bir başyapıttır.
24 Eylül 2013 Salı
Lindsay Cooper Öldü...
Progressive Rock'ın kadın Vokalistleri adı altında başlık açmıştım. Lindsay Coooper ise işin enstrüman tarafında duranlar arasında en başarılı olanlardan... Henry Cow, Comus, National Health, Art Bears, Steve Hillage...vb. gibi bazı Progressive alt kültürlerin öncü gruplarında Fagot ve Obua çaldı. Ayrıca kendisine ait, 80'li yıllarda çıkmış birçok solo albüm de mevcuttur.
Özellikle ROI ve Avant Prog türlerinin oturmasında kendisinin büyük katkısı vardır...
Sağlam bir aktivist ve feminist olan Lindsay 70'li yıllardan bu yana MS hastalığı ile yaşadı. Maalesef 18 Eylül'de hastalık ile boğuşmayı bıraktı...
Özellikle ROI ve Avant Prog türlerinin oturmasında kendisinin büyük katkısı vardır...
Sağlam bir aktivist ve feminist olan Lindsay 70'li yıllardan bu yana MS hastalığı ile yaşadı. Maalesef 18 Eylül'de hastalık ile boğuşmayı bıraktı...
14 Eylül 2013 Cumartesi
Tek Kişilik Konser
Üniversite yıllarımdı. 90’ların sonları yani. Evimiz Ankara
Çankaya’da Dikmen vadisine bakan taraftaydı. Odamın balkonu, Dikmen vadi projesinin
ilk ayağı olan bölüme yakın olan, o kocaman 2 pembe binaya bakıyordu. Balkonda bazen sigara içerken binaların inşaatına bakardım hep.
Apartman, Ankara'da sıkça göreceğiniz tipte bir binaydı. Orada yaşayan, neredeyse herkes ile çok yakındık... İstanbul gibi değil Ankara, ilişkiler daha samimi....
Apartman, Ankara'da sıkça göreceğiniz tipte bir binaydı. Orada yaşayan, neredeyse herkes ile çok yakındık... İstanbul gibi değil Ankara, ilişkiler daha samimi....
Apartmanın Zemin katında, TRT’nin neredeyse tüm Sanat Müziği konserlerinde görebileceğiniz
Piyanist Erkan Yüksel oturuyordu. Erkan Amca yani. Değişik bir adamdı. Çok gülmezdi. Birkaç
kırışıklı olan uzun alnı siyah saçları ile kapanırdı. Benim tanımlamama göre biraz içine
kapanık biriydi. Donuk bakardı. İyi bir insan olduğu belli ama etrafı ile çok
ilgil
enmeyen, gereğinden fazla kontak kurmayı sevmeyen biriydi. Evinde piyano
olmasına rağmen hiç ama hiç çalmazdı. Onun günde en fazla 1 saat uyuyabildiğini
sonradan öğrenmiştim. Belki de birçok şeyin nedeni, belki de sonucuydu bu.
Her ne kadar 70’leri seven bir kültürden gelmiş olsa da annem
Türk Sanat müziğini de dinlerdi. O vakitler birçok genç gibi bende de biraz
ukalalık vardı. Konu müziğe gelince ukalalığın seviyesi kanın yüzüme kadar çekilmesi
ile paralel oranda artardı. Her boku ben bilirdim ya...Tabi ne zaman annemleri trt’de
sanat müziği izlerken yakalasam ukalalığım alaycı bir ifade ile dile gelirdi. “Sanat
müziği neymiş”...
Hala sevmem, bana hitap etmez o ayrı konu. “40 kişilik vokal
ekibi 20 tane enstrümanla bunu mu yapabiliyorlar anca?” diye düşünürüm 3-5 dakikalık şarkılar....“aşkın kanununu
yazsam yeniden...” Herkes aynı şeyi çalıyor, enstrümanların güzelliği karmaşada
kayboluyor. Bir de besteler vokal ağırlıklı olunca müzik iyice ikinci plana gidiyor.
Halbuki orada ne güzel enstrümanlar var. İşte bunlardan biri de Erkan Amca’nın
piyanosuydu.
Keith Emerson (The Nice, ELP) neler neler yapıyordu klavye
ile... Veya pell Mell’den Otto Pusch...mahveder adamı. Ya, Jon Lord ve Ken
Hensley?... Vincent Crane? Onu hiç saymıyorum...Jurgen Dollase’nin Manhatten
Project’teki klavye performansına ne demeli?...Erkan Amca neymiş...Tamam iyi
adam ama bir fırın değil bir kaç fırın
gerideydi bu isimlerden. Annemlere işte bu fikirleri satıyordum.
Normal bir gündü ve okula gitmek için hazırlanmıştım. Aşağı
indim ve arabama gitmek için Vadiye bakan taraftaki garaja yöneldim. Bir ses
geliyordu ve ben yürüdükçe volümü artıyordu. Evet bu bir piyanoydu, sadece
piyano sesi. Apartman duvarı bitip bahçe ve garaj başladığı anda ses tam olarak
netleşti. Önemsemedim başta. Bana ilginç gelen taraf, annemin 1-2 defa denk
geldiğini ve çok beğendiğini söylediği Erkan
amcayı ilk defa canlı dinliyor olmamdı. Arabaya bindim ama çalıştırmadan son bir kez
kulak kabarttım. Müzik gerçekten çok güzel geliyordu. Dışarı çıktım, kaputa oturdum. Arka
bahçenin olduğu garajda bir tek ben vardım. Sigara eşliğinde tek kişilik resital bitene kadar büyük bir keyifle dinledim. Mutlu olunca suratımda salak bir ifade olduğu
söylenir. Muhtemelen yine öyleydim.
Okula gitmedim o gün. Hiç gidecek kafam
yoktu. Ağzının tadı bozulmasın diye başka birşey yemezsin ya, aha işte benimki
de tam böyle bir şeydi.
Sonra Erkan Amca’ya çok farklı bir gözle baktım. Saygı duydum. Gerçi bir büyük olarak saygı duyuyordum ama müziği ile dalga geçiyordum. Birkaç gün
sonra karşılaştığımda kendisine o günü anlattım, hatta teşekkür ettim. Çok güzel çaldığını, mest olduğumu söyledim. “ben
teşekkür ederim” der gibi elini omzuma koydu ve başını salladı. Sonra hiç
bir şey söylemeden gitti.
Sonra sıklığı çok artmasa da arada bir duyar olduk müziğini. Sanki bana verdiği o tek kişilik konser gibiydi hep. Ya da ben öyle hissettim...
10 Ağustos 2013 Cumartesi
Burgazada Progressive Rock Festivali
Bugün burgazada'da festival var. Kapısı herkese açık. Festival ile ilgili detayları alttaki linkte bulabilirsiniz. Festival ile ilgili şunu yaazmışlar:
“arkadaşlar, bu festivalde, güçlü ses sistemleri, ışık oyunları, sis makineleri, projektörler filan olmayacak. Aynen, 60′lardaki gibi davulda sadece 1 mikrofon, diğer bütün enstrümanlar davulun akustik volümüne balanslanarak müzik yapılacak. insan denilen yaratığın, desibel sınırlarını, güçlü algılanmak adına zorlamayacağız. kulaklarımızın gerçekten algılayabildiği bir desibelde yaşanacak herşey, yanınızdaki ile konuşabileceksiniz. son 30 yıldır, kapitalizmin, her alanda olduğu gibi, müzikte de abartıyı pompalaması neticesinde, müzik dinlenmeyen bir kavram haline geldi, abartı arttıkça arttı, artık yeter, bu abartıyı reddediyoruz. Doğal kulaklarımıza kavuşmak istiyoruz, müzik saf sessizlikten başlayabilmeli, bildiğiniz gibi adalarda, motorlu araçlar yok, yani aslında şehirde farketmediğimiz ve bizi ne olduğunu anlamadığımız bir şekilde çıldırtan dip gürültüsü yok, Orada kendinizi daha temiz ve dinç hissedeceksiniz, kafanız daha az karışık ve daha huzurlu olduğunuzu farketmeniz de cabası..”
http://www.yesilgazete.org/blog/2013/08/02/cennet-bahcesinde-progresif-muzik-festivali/
“arkadaşlar, bu festivalde, güçlü ses sistemleri, ışık oyunları, sis makineleri, projektörler filan olmayacak. Aynen, 60′lardaki gibi davulda sadece 1 mikrofon, diğer bütün enstrümanlar davulun akustik volümüne balanslanarak müzik yapılacak. insan denilen yaratığın, desibel sınırlarını, güçlü algılanmak adına zorlamayacağız. kulaklarımızın gerçekten algılayabildiği bir desibelde yaşanacak herşey, yanınızdaki ile konuşabileceksiniz. son 30 yıldır, kapitalizmin, her alanda olduğu gibi, müzikte de abartıyı pompalaması neticesinde, müzik dinlenmeyen bir kavram haline geldi, abartı arttıkça arttı, artık yeter, bu abartıyı reddediyoruz. Doğal kulaklarımıza kavuşmak istiyoruz, müzik saf sessizlikten başlayabilmeli, bildiğiniz gibi adalarda, motorlu araçlar yok, yani aslında şehirde farketmediğimiz ve bizi ne olduğunu anlamadığımız bir şekilde çıldırtan dip gürültüsü yok, Orada kendinizi daha temiz ve dinç hissedeceksiniz, kafanız daha az karışık ve daha huzurlu olduğunuzu farketmeniz de cabası..”
http://www.yesilgazete.org/blog/2013/08/02/cennet-bahcesinde-progresif-muzik-festivali/
9 Temmuz 2013 Salı
Spirit - Twelve Dreams of Dr. Sardonicus
Spirit, Psychedelia döneminin önemli aktörlerinden biridir.
Dönemin müzikal anlamda en hızlı ve etkin iki ülkesi nden biri olan Amerika’dan
(diğeri İngiltere) çıkan ve bugün bile tartışmasız en başarılı Psych
albümlerinden biri kabul edilen “Twelve Dreams of Sardonicus” grubun 4. Albümü
olarak 1970 yılında piyasaya çıktı. Şahsen katıldığım birçoklarına göre albüm
Spirit’in açık ara en önemli albümüdür.
Albüme geçmeden önce biraz hikayelerine değinmek lazım.
60’ların ortalarında kurulan California’lı “The Red Roosters” Sprit’in
temelidir diyebilirim. 14 yaşındaki gitarist Randy California, Taj Mahal’den
bildiğimiz davulcu Ed Cassidy, Basist Mark Andes ve Vokalist Jay Ferguson’dan
oluşan grup kısa süre beraber takıldıktan sonra dağılır. Bu arada Ed Cassidy, Randy
California’nın annesi ile evlenir ve üvey de olsa baba-oğul olurlar.
Bu arada baba-oğul New York’a taşınırlar ve çeşitli
gruplarda çalmaya başlarlar. Bu arada enteresan birşey olur. Bir gün Randy
California bir gitar mağazasında tanıdığı ve muhabbete başladığı Jimmy James
adında birinin “Jimmy James and the Blue Flames” adlı grubuna katılır ve bir
süre çalar. Ancak İngiltere’den teklif alan Jimmy James, Randy’e kendisi ile
gelmesini ister ama yaşı 15 olmasından dolayı Randy gidemez. Jimmy James kim
mi? Sonradan Jimmy Hendrix olarak bildiğimiz kişinin ta kendisi..
1967’de evleri California’ya dönen baba-oğul eski grup
elemanları ile karşılaşır ve Klavyeci John Locke’u da aralarına alarak aynı yıl
“Spirit” i kurarlar ve ilk albümlerini 1968’de yayınlarlar.Twelve Dreams of Dr. Sardonicus grubun bu kadrosu ile
çıkardığı son ama en etkileyici yapıttır. “Rüya” üzerine tematik bir çalışma
olan albüm Psycheledia sound’una verilecek en başarılı örneklerden biridir.
California, genç yaşına rağmen başarılı bir şekilde kullandığı fuzz gitar ile
deneysel tarzda takılır ve bu sound albümün en temel unsurlarından biri olarak
karşımıza çıkar.John Locke’un moog klavyesi ve Ferguson’un atmosfere uygun
vokal performansı yine ön plandadır.
Zaten albümde ki 12 şarkı (orjinal LP versiyonu) bu üç ismin bestesidir.
Grubun önceki albümlerinde de belli noktalarda görülen
Fusion(Jazz Rock) az da olsa albüme serpiştirilmiştir. Ancak uçuk ses
efektleri, fuzz gitar ve moog albümü Psychedelia veya en fazla Proto Prog
çizgisine oturtmakta. Uriah Heep’te gördüğümüz fazla back vokal kullanımı bu
albümde de mevcuttur. Ses efektleri ve California’nın harika soloları ile
birleşen arka sesler yaratılan atmosferde etkilidir. Kısa şarkılardan oluşan,
Dr. Sardonicus’un 12 rüyasını anlatan albüm, baştan sonra aynı seviye de
ilerler. Kalite hiç düşmez. Sound’da ufak tefek değişiklikler, yönelimler olsa
da tepe nokta hep korunur.
Grubun hikayesi ne burada başlar ne de burada biter. Ben
sadece ellerinden çıkan en iyi işi biraz anlatmaya çalıştım. Bu albüm Spirit
için bir dönemin, daha doğrusu en iyi döneminin sonu olmuştur.
1969’da 3. Albümleri
olan Clear’ın turne yoğunluğundan dolayı
açılış grubu olmalarına rağmen Woodstock’a katılamamışlardır. Yerlerine bu görev
Jimmy Hendrix ‘e verilmiştir. Vokalist Ferguson ve Basist Andes grubu
bırakıp “Jo Jo Gunne” e transfer
oldular. Grubun esas adamı Randy California geçirdiği bir kaza sonucunda
yaşadığı kafa travması, çok yakın arkadaşı Jimmy Hendrix’in ölümü ve aşırı
uyuşturucu kullanımı yüzünden bir süre gruptan kopmuştur. Belki de bu çok
yetenekli gitaristin gözlerden biraz uzak kalmasını da bu yaşadıklarına
bağlamak lazım. Çıkardığı solo albümler ve 74’de isim hakkına sahip olarak gruba
geri dönmesi onu hiçbir zaman hak ettiği noktaya getirmedi. Kendisi ile ilgili
başka bir gerçek hikaye de grubun 1968 yılında çıkardığı ilk albümüde bir
California bestesi olan “Taurus”un Jimmy Page tarafından “Stairway to Heaven” bestesinin
ilham kaynağı olarak kullanılmasıdır. Spirit ile 69’da Amerika turnesinde
tanışan Led Zeppelin ayrıca yine ilk albümdeki “Fresh Garbage” adlı şarkıyı da
canlı performanslarında çalmıştır. California ile ilgili en üzücü hikaye ise
Hawaii’de 12 yaşındaki oğlunu boğulmaktan kurtarırken boğularak ölmesi olmuştur.
Albüm, çıktığı sene grubun önceki albümleri (özellikle 1969
da çıkan “Clear”) kadar ilgi görmese de yıllar içerisinde geldiği nokta
inanılmaz olmuştur. Tür’ün dünya da yapılmış en önemli albümlerinden biri olarak
kabul edilmesinin yanında Beatles, Doors, Love..vb. gibi grupların çıkardıkları
albümler ile kıyaslanır oldu. Şahsen benimde pek sevdiğim ve sık sık pikapımda
döndürdüğüm bu albümü edinin ve dinleyin derim...
24 Haziran 2013 Pazartesi
Gezi Parkı Üzerine...
Gezi Parkı olayları hala devam etmekte ve çok enteresan gelişmeler
yaşanmakta. Ben de dahil kimse böyle bir “yeter!” patlaması beklemiyordu. Gazı
yedikçe, şiddete maruz kaldıkça ses daha çok çıkmaya daha da gürleşmeye
başladı. En önemlisi de korku eşiği kırıldı. “aman oğlum, eyvah kızım”
telkinler ile büyüyen nesil dahi üzerini kapatan o kaya sertliğindeki kabuğunu
paramparça etti. Thomas Jefferson’ın bir lafı var: “Halk, hükümetinden korktuğu
zaman tiranlık; hükümet, halkından korktuğu zaman özgürlük vardır”
E tabi işin içinde özgürlüğe doğrultulan büyük bir tehdit var.
Belki yarın itiraz etmek için çok ama çok geç olacak. Yarın belki kursağımızdan
geçecek alkolün hesabını soracaklar. Belki doğum için izin ister hatta
yalvarıyor olacağız. Yarın belki nasıl yürüyeceğimize, nerelere gideceğimize,
kimler ile konuşacağımıza, hatta nasıl davranmamız gerektiğine karar
verecekler. Belki kıyafet için icazet alacağımız günler gelecek... İnsanoğlu
doyumsuz ve arsızdır. Gücü ele geçirince, hele ki bir de insani vasıfları
yeterince gelişmemiş ve ilkel biri ise, tüm dünyayı kendi isteği kendi egosu
doğrultusuna sokmak ister. Artık para eşiği kırılmış, bunun bir adım ötesine
yani “sınırsız güce” sahip olmaya çalışır. Bunu için her şeyi ama her
şeyi yapar...
Bugünlerde gördüğümüz tam da budur. Halkı koruması gerekenin halka
zulmettiği, halkın vekili olması gerekenlerin halka savaş açtığı, besledikleri
anlamsız nefret ile yalan- iftira- ihanet üçgeninde halkı halka kışkırtarak iç
savaş alarmının verildiği, halka açık alanların halka karşı korunduğu enteresan
günler yaşıyoruz. Yalan üstüne yalanların döndüğü, tehditlerin havada uçuştuğu,
ayak parmağını sehpa köşesine çarpan “acımadı kiii.. acımadı kiii..” misali
5 yaş çocuk tepkisi veren, ancak acından gözünden yaş gelen Belediye
Başkanlarının olduğu bir ortamdayız. Zorla “beni dinleyeceksiniz!” mitinglerine
sürüklenen insanlar, kitleler gördük. TV kanallarının eğik duruşu midemizi
bulandırdı...
Hesap edemedikleri şu oldu: örgütlenme, demagoji, oy toplama
faaliyetleri, katakulli...vb. gibi konularda ne kadar başarılı olsalar da iş
“akıl oyunlarına” geldiğinde çuvalladılar. Çünkü başkaldıran kafası zehir gibi
çalışan ve ne istediğini bilen: Halk’ın ta kendisiydi. Yapmaya
çalıştıkları tüm oyunlar en sonunda Zaytung’da dalga konusu oldu. Yemedi
kimse...Kola kutusuna bira demeye çalıştılar olmadı; Halka CHP dediler yemedi;
Toma ve molotofun başrolde olduğu tiyatroyu gerçek diye yutturamadılar,
alkışlamadık oyunu çünkü oyunculuk berbattı; terörist dediler sonra kendileri
bile utandılar; dış mihrak dediler tutmadı...olmadı işte. 100 tane çıplak
adamın bir başörtülü kadının üzerine işemesini veya camide grup sex yapılmasını
duyunca, sallarken inandırıcı olamadıklarını, yaratıcı olmaya çalışacağız diye
saçmaladıklarını deneyimledik. Freud ne demiş: "Birinin yalan söylemesine
kızmam da yalan söylerken yakalanacak kadar salak bir insanın beni kandırmaya
çalışmasına kızarım"
Sevgisizliğe karşı Sevgi ile, biat etmeye akıl ile cevap verilen bir dönemden geçiyoruz. Gezi parkı, o deneyimi yaşayanların hayatlarında büyük bir dönüm noktası oldu. Yan yana gelemeyenler kol kola dans etti. Birbirlerine küfür edenler üzerlerinde ki formaları değiştirdi. Farklı şehirlerde ki insanlar birbirlerine temas etti. Tahammülsüzlük yerini saygıya bıraktı. İnsan “öz” ündeki tüm değerlerin özgür kaldığı bir karnaval oldu. “Ütopya” oldu. Devlet büyüklerinin ısrarla “ayrışın, kutuplaşın!” diktesine, kenetlenerek cevap verdi. İlk defa “sen kimlerdensin?” lafının geçmediği, paranın anlamsızlaştığı bir yer oldu gezi. Kolluk kuvvetleri olmadığında, yöneticiler müdahale etmediğinde inanların kavga etmediğini aksine birbirine sarıldığını gördü herkes. Ama bu yaşananlar bugünün dünya anlayışına oldukça ters. “Güç”ü elinin altına almak isteyenlerin hiç istemediği şeyler yaşandı. Bozulmalıydı...her ne pahasına olursa olsun dağıtılmalıydı. Karanfili tazyikli su ile yıkamaya çalıştılar. Demokrasiyi biber gazı ve cop ile sağlamaya çalıyorlar. İşi “bizden-sizden” e getirip “biz sizi döveriz” diyorlar. Tahminim daha da sertleşecekler. Fark etmez...ne demiş Nietszche “beni öldürmeyen şey güçlendirir”
İleride bu günleri anarken Cumhuriyet Tarihinin belki de en büyük
uyanışını, özgürlük arayışını anlatıyor olacağız çevremize. “işte bizde
oradaydık, tanık olduk herşeye...” diyeceğiz. Biri ile yolda yürürken
omuzlarımız çarpıştığında yumruk kaldırmak yerine “özür dilemeyi” bu günlerin
mirası olarak anacağız...Marquez ne demiş: “Benden nefret edenlerden
nefret edecek vaktim yok. Çünkü ben, bana değer verenleri sevmekle meşgulüm”
1 Haziran 2013 Cumartesi
Diren Taksim, Diren Gezi Parkı
Dün taksimdeydik...bugün de orada olacağız...birilerinin uykusunu fena kaçırdık, yine kaçırmaya gidiyoruz...tırnaklarını yedirmeye gidiyoruz...birkaç onbin çapulcu olarak...
24 Mayıs 2013 Cuma
Popol Vuh - Letzte Tage Letzte Nacht
Popol Vuh diyince akla Florian Fircke gelir. Nasıl ki King
Crimson diyinnce Ropert Fripp’in, Amon Düül diyince Chris Karrer’in gelmesi
gibi. Popol Vuh efsanesi Fricke’nin 29 aralık 2001’de ölmesine dek tam 30 yıl
sürdü. Krautrock ekolünün en önde gelen gruplarından biri olan Popol Vuh özel
bir ilgiyi fazlası ile hak ediyor.
Müzik kariyeri çok erken yaşlarda piyano eğitimi ile
başladı. Haydn ve Mozart çalmayı seviyordu. 19 yaşında bırakana kadar Freiburg Collage of Music ‘e girdi. Ancak
istediği hayatın bu olmadığını anladığında yolunu değiştirdi. 21 yaşında ilk
kısa filmini yapması onu, sonradan kadim dostu olacak, ünlü yönetmen Werner Herzog
ile tanıştırdı. Fricke’nin fikirleri ve zihninde oluşturduğu dünya Herzog’u
fazlası ile etkilemişti. ilk olarak 1968 yılında Herzog’un Lebenszeichen adlı filminde
piyano çaldı. Sonrasında bu dostluk ilerledi ve Herzog’un daha ünlü filmler
olan Aguirre ve Nossferatu’nun soundtracklerine imza attı.
Fricke’yi bildiğimiz adam yapan ve Türkiye’de bir blog’da
yorum yapılmasını sağlayan olay 1970 yılında Holger Trülzsch ve Frank Fiedler ile
kurduğu Popol Vuh grubudur. Zaman içersinde kadro değişiklikleri olsa da Fricke,
Popol Vuh’un tek adamı olmuştur.
1970’te çıkan ilk albüm “Affenstunde”’yi takip eden “In den
Garten Pharaos”(1971) ve “Hoisanna Mantra”(1972) gerçek Krautrock tadında elektronik
müzik ağırlıklı albümlerdir. Sonraki dönem Popol Vuh, 4. Albüm “Seligpreisung”
ile başlar. Aslında bu geçişin izleri 3. Albüm olan Hoisanna Mantra’da görülse
de Seligpreisung’i başlangıç olarak kabul etmek daha doğru olacaktır.
İşte 1976 yılında 8. albüm olarak çıkan “Letzte Tage Letzte
Nachte” Popol Vuh’un bu dönem müziğinin tepe noktasıdır. Elektronik enstrümanlar yerini akustik
enstrümanlara bırakmıştır. Gruba yeni katılan, “Gila”nın kurucusu, Daniel
Fichelscher’in bu başarılı albüme önemli bir katkısı vardır. Kullandığı
gitar tonu baştan sona albümü kaplar ve
Fricke’nin tuşlularından çok daha öndedir. İlginç bir biçimde aynı şahıs
albümde davul yükünü de üstlenmiştir. Vokalist Djong Yun ve yine Amon Düül 2
den bildiğimiz konuk Renata Knaup’un da
katkıları unutulmamalıdır.
Albüm, Fricke’nin deneysel kariyerinde yaptığı en farklı
albümlerden biridir. Albüm öncekilere göre dahya serttir. Tabi sert derken
Popol Vuh standartlarına göre sert. Çoğu progressive albümde görülen repetitif
melodiler buarada da mevcuttur. Özellikle davul, bazı şarkılarda neredeyse aynı
ritimleri vurmaktadır. Albümün en etkileyen conceptlerinden biri 3. Şarkı olan “Oh
wie weit ist der Weg hinauf” ta geçen “Haram Dei” repliğidir. Farklı bi
versiyonunu 6. Şarkıda ve sonraki basımlarda eklenen bonus tracklerde
görebilirsiniz. Toplamda aynı albüm içinde farklı şarkılarda görülen Haram dei,
3 farklı vokal (2 kadım 1 erkek) ile söylenerek benim bundan önce duymadığım
bir conncept yaratılmıştır.
Popol Vuh kolleksiyonunun en beğenilen albümlerinden biri
olan “Letzte Tage Letzte Nachte” Popol Vuh için iyi bir giriş olabilir. Ancak
belirtmek lazım ki sadece bu albümü dinlemek Popol Vuh’u anlamanıza yetmeyecektir.
Popol Vuh bir derya, bir denizdir. Ne
şanslıyız ki 20 nin üzerinde albüm bırakmış bize Fricke...her dinlediğimizde farklı
şeyler hissedeceğimiz, farklı diyarlara gideceğimiz,kafayı kıracağımız...
6 Nisan 2013 Cumartesi
Brainticket
Türkiye’de Brainticket plağı bulma olasılığı nedir
bilmiyorum ama ben 1 saat önce bu istatistiğe büyük bir katkıda bulundum,
eminim bundan... E-bay’den Re-issue
plağını almayı düşünürken, bu eylemin
düşüncede kalmasına bugün baya bir sevindim. Kadıköy'ü seviyorum...
Bu güne kadar Brainticket’dan detaylı olarak bahsetmemiş olmam benim
ayıbımdır keza Brainticket bu Blog’un headliner’larından biri olmak zorundadır.
Brainticket demek, bir bakıma Belçikalı
dahi müzisyen Joel Vandroogenbroeck demektir. Klasik ve Jazz eğitimli Joel,
ülkesinde 15 yaşında en genç piyanist
ödül almış, sonrasında birçoğu gibi Psychedelia ve Progressive akımın etkisinde
kalmıştır. Bir yandan envanterine Harp, Sitar, Flüt gibi enstrümanları eklerken
paralelde odağını belli bir yöne kaydırmaktaydı. Yanıbaşında Krautrock’ın
temelleri atılmakta, o da bu akımın sıkı takipcisi olmaya başladı. Coltrane,
Miles Davis hayranlığı yerini Klaus Schultze’ye bırakıyordu. Nihayet gitarist Bryer ve baterist Wolfgang
Paap ile Brainticket’ı kurdu.
1970’de ilk albümleri Cottonwoodhill, Bellaphone baskısıyla piyasaya çıktı. Tarif
edilmesi, yaşattığı duyguları tasvir etmesi oldukça güç olan bir albümdür.
Cottonwoodhill benim için bir albümden çok farklı bir
“deneyim”dir. Albüm bence müzik tarihinin en uçuk, psyhcedelic, drug oriented ve
kışkırtıcı albümüdür. Zaten Amerika başta olmak üzere bazı ülkelerde uyuşturucu
çağrışımı yaptığı için yasaklandı. Hatta satıldığı bazı ülkelerde “günde 1
defadan fazla dinlenmemesi gerekir”
yazısı yazdılar üzerine. Tüm bunlara belkide Dawn Muir’ın vokal tanımını
yeniden düşünmemizi gerektiren oldukça deneysel vokal performansı neden oldu. Vandroogenbroeck ile
2011’de yapılan bir söyleşide kendisi Cottonwoodhill’ı “o günlerin
atmosferinde problem yaşayan bir çiftin psikolojik drumunu yansıttan” bir albüm olarak tanımlar... Karanlık,
oldukça içsel, derin, rahatsız edici ...Sınırları zorlamak bir yana onu çoktan
parçalamış ve yeni yerine getirmiş bir albümdür. Anlamaya, hissetmeye bazen
alkol yetmez...hatta hiçbir zaman yetmedi..
Travmatik bir
girişten sonra grup 1972’de Psychonaut
albümünü çıkardı. Albümde fazla morfinden ölen gitarist Bryer başta olmak üzere, Vandroogenbroeck dışında, tüm grup elemanları değişti. Vandroogenbroeck, İtalya seyahatinde tanıştığı Carole Muriel
başta olmak üzere bir grup İsviçreli müzisyen ile bu albüm için anlaştı. Psychedelic
fikirler, karanlık atmosfer ve
progressive eğilim bu albümde de devam etse de ilk albümün aşırı deliliği bu
albümde yoktur. Dawn Muir’in çağlayan, dizginlenemeyen vokali yerini Carole
Muriel’in dingin ve derinlerdeki sesine bırakır. Kabullenmesi ilk albüm kadar
zor değildir.
Üçüncü ve bence gerçek Brainticket’ın son albümü olan
Celestial Ocean 1974’te çıktı. Albüm Mısır ölüler kitabından bahsetmekte,
ölümden sonra Mısırlıların yaşamlarını, zaman ve uzay’da yaptıkları seyahatleri
konu almaktadır. Müzikal anlamda daha ayağı yere basan bir albümdür. Tabi kıyas
Cottonwoodhill olunca “ayağı yere basan” tabirini kullansam da kozmik dünya,
psychedelia etkisi hala bünyede korunmaktadır. Az bir farkla da olsa genel
anlamda grubun fan’ları tarafından daha çok benimsenen ve sevilen albüm budur.
Grup 1980’de Adventure, 1982’ de Voyage, 2000’de Alchemic
Universe ve 2011’de 1973 Roma Konser albümlerini çıkardı. Normalde 70’lerin
gruplarında tekrar bir araya gelme veya ara verdikten sonra yeniden albüm
çıkarmak bir facia ile neticelenir ama bu durum Brainticket için geçerli
değildir. Sadece tarzda biraz oynama, daha çok kozmik tarafa kayma gözlenir. Ne
olursa olsun grubun gerçek hali ilk dönemidir.
Brainticket, grubun kurucusu ve tek adamı olan, 1984'ten bu yana Meksika'da yaşayan Vandroogenbroeck’ün
tanımlamasıyla “ bir gruptan çok bir topluluktur”. Deneysel bir topluluktur. Dahi müzisyen Vandroogenbroeck’ün
grubudur. Yapılan müzik o dönemin şartlarında dahi “fazla” uçuktur.
Brainticket için şunu söyleyebilirim: Psychedelic müzik seviyor
ve bu gruptan haberinizin olmaması demek, spacerock sevip Pink Floyd’dan haberiniz olmaması demektir...sanırım anlatabildim...
27 Mart 2013 Çarşamba
İlginç Hikayeler - 2 (Rod Evans)
Rod Evans ismi pek
çoğu için ilk başta pek birşey ifade etmeyebilir ama kendisinin Deep Purple’ın
ilk vokalisti olması ve büyük bir skandalın merkezinde konumlanması onu
hakkında konuşulması gereken biri yapar.
Aslında Rod Evans için herşey çok güzel başlamıştı. Kariyerine
60’ların başında çeşitli gruplarda vokalistlik yaparak start
vermişti. Bunların arasında en önemlisi Ian Pace’in de dahil olduğu “The Maze”
adlı gruptur. Düzgün fiziği ile aynı zamanda modellik yapan Evans, 1968’de
kurulan ve ismi tarihe Mark 1 kadrosu diye geçen ilk Deep Purple oluşumunda
yerini aldı. Evans ve Paice ikilisinin gruba katılmasında esas odak nokta Evans’tı.
Hatta Paice’ın Deep Purple’a (eski adıyla Roundabout) gelmesinde aracı olan
kendisi olmuştu.
Sırasıyla “Shades of Deep Purple”, “The Book of Taliesyn” ve
“Deep Purple” albümlerinde yer aldı. Grubun ilk hiti olan “Hush” ı onun sesi
ile tanıdık. Hush Amreika’da top 40’ta 4. Sıraya kadar yükseldi. Bu başarıda
Evans’ın etkisi oldukça büyüktü.
Ancak grup içinde değişim isteği ağır basmaya başladı. Bir
tıkanmışlık vardı ve aşılması gerekiyordu. Kan değişimi lazımdı. Grup, müzikal
anlamda biraz daha sertleşmek istiyor ve Evans’ın balad türü şarkılara uygun
sesi bu değişim için yetersizdi. Bu süreçte tek kurban Evans değildi. 3. Albümden
sonra Ian Paice, Ritchie Blackmore ve Jon Lord bir araya geldiler ve Rod Evans
ile basist Nick Simper’ın grubu daha
ileriye götüremeyeceklerine karar verdiler ve yerlerine vokalist ve basist
aramaya başladılar. Bu arada Evans’ın evlenmek üzere olduğu kız arkadaşının oldukça
zengin bir aileye mesup olması ve yine Evans’ın aktör olma hevesi müziğe olan
ilgisini zaten azaltmaya başlamıştı.
Sonunda Evans’ın grupla işi bitmişti. Pek hoş bir gidiş
olmamıştı. 1971’de single çıkaran Evans, 1972’de “Captain Beyond”da boy
gösterdi. İstenilen başarının gelmediği 2 albümden sonra uzun süre müzik piyasasından
kayboldu, ta ki 1980 yılında çok enteresan bi olay ile gündeme gelene kadar.
Bir menajer 1980 yılında bir şekilde boşluktan yaralanıp “Deep
Purple” grubunu Evans temelinde kurmaya kalktı. Kurdu!!!! da....Skandal, Evans’ın
bu projede yer alması oldu. İsim hakkı onun değildi ve güvendiği menajerler bu
sahtekarlığı Steppenwolf için de yapmaya çalışmış ama Jon Kay’in isim hakkını
koruması ile başarıya ulaşamamışlardı.
Mayıs-Eylül 1980 arasında sahte Deep Purple Kuzey Amerika’da
(Meksika, Amerika, Kanada) turnelere çıkmaya başladı. İş o kadar ilerledi ki
Warner Bros. un ortağı olduğu Warner Curb firması ile albüm anlaşması yapıldı. Albüm
çıkışı için planlanan tarih kasım 1980’di. Hatta 2-3 bestenin kaydı dahi
yapıldı. Ama kaçınılmaz son, albüm
planlarını sonsuza dek engelledi. Gerçek Deep Purple, sahtesine dava açmıştı ve kazanması
uzun sürmedi. Sahte Deep Purple’ın bütün faaliyetleri mahkeme kararı ile
durduruldu. Tabi ki ihale Rod Evans’a
patladı. Çünkü grupta tek gerçek Deep Purple'lı olan oydu ve diğer
grup elemanları kiralıktı. Bu dava sonucunda Evans 700.000 $’ yakın bir ceza
aldı ve ilk üç Deep Purple albümünden olan tüm haklarını sonsuza kadar
kaybetti.
Bu büyük skandaldan sonra Rod Evans bir daha asla müzik
piyasasında görünmedi...
Not: Sahte Deep Purple’ın 1980 Meksika konserinde kaydedilmiş Smoke on The
Water videosunu youtube’da bulabilirsiniz. “bogus deep Purple” diye aratmanız
yeterli. Smoke on the Water, Evans Deep Purple’dan ayrıldıktan sonra, Ian
Gillan’lı dönemde çıkan bir şarkıdır. Bu da ayrı bir ironi...
19 Mart 2013 Salı
Amon Düül 2 - Tanz Der Lemminge
Alman Krautrock ekolünün en önde gelen temsilcilerinden olan
Amon Düül 2’nin 3. Stüdyo albümüdür. Chris
Karrer önderliğinde kurulan grup, Alman underground kültürünün en başarılı
çıktılarındandır.
Tanz Der Lemminge (Dance of the Lemmings) , 1970’te
yayınlanan ve büyük başarılar kazanan “Yeti” albümünden sonra gelmesi itibarı
ile herkeste büyük beklentiler uyandırmıştı. İşi zordu ama 2 LP’lik, 70 dakika
civarındaki albümde delilik devam ediyordu. Yeti’nin “Yılın En İyi Albümü” ödülü
almasından 1 ay sonra çıkan albüm birçoklarına göre Yeti’nin de önüne
geçmişti. Grup çıtayı aşağı çekmemiş hatta daha da yukarı çıkarmıştı.
Enteresan kapak tasarımlı albümün ilk üç şarkısı zaten
plağın dört yüzünden üçünü kaplamaktadır. İlk şarkı olan Syntelman's March of
the Roaring Seventies albümün en ayağı yere basan şarkısıdır. Sonraki
uçuş seansından önce bir nevi hazırlık gibidir. Fazla Alman aksanlı, İngilizce
olan vokal bölümü değişik bir biçimde
müziğe uymaktadır. Çıkış ve inişler çok
sert olmasa da belirgindir. Oldukça
güzel melodilere sahiptir.
ikinci şarkı olan Restless Skylight-Transistor-Child,
Yeti’nin devamı niteliğindedir, uçuş, kaldığı yerden devam etmektedir. Şarkı
kendi içinde birçok deneysel parçalara ayrılmıştır. Repetitif melodiler eşliğinde
ilerleyen şarkının içerisinde kaybolmak oldukça kolaydır. Sizi sürekli savurur.
Gruba bu albüm ile katılan basist Lothar Meid’in aralarda bir yerde Renata
Knaup ile düet yaptığı bölüm albümün en çarpıcı bölümlerinden biridir. 20
dakikalık psychedelic bir maceradır.
(Şarkı ile ilgili bir not: Popol Vuh’tan tanıdığımız Al
Grommer konuk sanatçı olarak şarkıda Sitar çalmıştır.)
İkinci plak aslında Veit Relin’in Chamsin adlı hiç
yayınlanmamış filmi için yapılan soundtrack’tir.ilk şarkı 18 dakikalık The
Marilyn Monroe-Memorial Church emprovizasyon temelli bolca efekt
kullanılan bir çalışmadır. Eko’lu
üflemeliler, derinden gelen, marş ritimleri atan davul, tıngırdayan gitar,
insanın içine işleyen piyano, sonlara doğru çıldıran davul ...vb. şarkıyı benzersiz
kılar. Kabul etmesi , sindilirmesi kolay değildir. Yayınlanmayan bir filmin
ödül alan soundtrack çalışmasının en önemli parçası bu şarkıdır.
Son yüz, albümün ilk 3 yüzüne oranla farklı olan yüzdür. Ayakları
daha yere basan jam session modunda ilerleyen üç şarkıdan oluşur.
Tanz Der Lemminge, adına Krautrock, Kozmik müzik veya ne derseniz diyin türünün
başyapıtlarından biridir. İçinde birçok gizem barındırır, ayaklarınız yerden
keser. Neye uğradığınızı şaşırttırır size. Enteresan duygulara kapılırsınız, “orada”
olmak istersiniz, tam orada! Dinleyene ait olan “ora”...
Yeti gibi bir Fenomen’den sonra gelip bu kadar başarılı olması
albümü zaten farklı bir konuma koyuyor. Herkese hitap etmediği kesin. Önce Yeti
ile ısınmak lazım sanırım..
27 Şubat 2013 Çarşamba
İlginç Hikayeler - 1 (Jerry Berkers)
Hafızamız ciddi anlamda sorunludur. En kolay şeyi bile hatırlamayız. Hatırlasak bile hatırayı "olmasını istediğimiz" yöne doğru çeviririz ve o şekilde anlatırız sağa sola. Nasıl olursa olsun hayatımızda tuhaf işler olur ve bunlar ilginç hikayeler olarak yer edinir zihnimizde. Belki de ilginç olsun diye uğraşırız ufak! eklentilerle.
4 sene boyunca her allahın günü Taksimdeydim. Kalabalığa, hayata, yoğunluğa, insanlara alışmam gerekirken hep garip geldi her yürüyüşüm. Gelen geçen insanların yüzüne bakarım hep. Hepsinin birer hikayesi var. Kocaman kitap çıkar her birinden. Nereye giderler? ne için buradalar? şu herif niye üzgün? komik olan ne? niye gülüyorsun?... kendi hayatım ile ilgili anlatacak ne kadar çok şeyim olduğunu düşündüğümde, yürüyen insanların da en az benim kadar hikayeleri olduğunu biliyorum. Sadece detayları hakkında bir fikrim yok. Bilme gibi bir hevesim de yok. Sadece dolu dolu hikayeler olduğunu bilmek dahi yetiyor şaşırmama.
Benim gibi müziği bu kadar çok seven adamlar, sevdiği müziği icra edenlerin hayatlarını da merak ederler. Magazinsel bir şey değil bu. Merak işte. Jim Morrison niye öldü? Jimi Hendrix niye İngiltere'de mehşur oldu? David Byron niye Uriah Heep'ten atıldı?...oldum olası merak etmişimdir hep. bazıları da beni çok etkilemiştir. Yüz yüze tanımam hiçbirini ama yine de babamın oğlu gibi gelir hepsi bana. Garip bir benimseyiş benimkisi.
Beni etkileyen hikayelerden biri de 70'lerin öncü Alman gruplarından biri olan Wallenstein'ın Basisti Jerrry Berkers'ın hikayesidir. Wallenstein'ın en önemli albümlerinden olan Blitzkrieg ve Mother Universe'de yer aldıktan sonra solo albüm çalışmalarına başlar. Bu aradaVietnam'da savaşan Amerikan askerlerine moral vermek amacı ile genç yaşta Avusturalya merkezli bir grup ile turneye çıkar. Konserleri sırasında sahne şovu yapan kızlardan biri bir keskin nişancı tarafından vurularak öldürülür. Avrupa'ya döner, Wallenstein'dan ayrılır ve solo albümü Unterwegs'in kayıtlarına ağırlık verir.
Ancak bu macera onda kalıcı bir etki bırakır. Yaşadığı bu kötü deneyim onun hiç bir zaman zihninde çıkmaz . LSD alışkanlığı ile yaşadığı bad trip ler herşeyin tuzu biberi olur. Albüm kayıtlarının son safhasından stüdyo'da durumu iyice kötüleşir ama albüm çıkar. Bundan sonra bilinen şeyler pek az. Tek bilinenler ailesinin onu tedavi görmesi için hastaneye yatırdığı ve 1988 yılında ise bir parkta overdose (eroin) dan öldüğüdür.
Bu yüzden garip bir hüzün verir Wallenstien bana. Solo albümü Unterwegs, çok güzel bir albüm olmasa da tüylerimi diken diken eder. Nasıl? Niye? Neden?
3 Ocak 2013 Perşembe
Biglietto Per L'Inferno
70’lerde İtalyan Senfonik furyasından çıkan en önemli
gruplardan birisidir. Müzik türü ve kullanılan enstrümanlar bakımından diğer
ülkedaş gruplardan görünüşte bir farkı olmamasına rağmen müziğe kattığı ruh ve
özellikle Flütist ve Vokalist olan Claudio Canali’nin eşsiz performansı
grubun,birçoklarından sıyrılmasının anahtarı olmuştur.
Adını ilk defa 1973 yılında Napoli’de ki festivalde duyuran
grup 1 sene sonra kendi adı ile 70’lerde ki ilk ve tek albümünü çıkarmıştır. Grup
Senfonik temellere sahip olsa da, albümlerinde bazı bölümler o günlerin İtalyan
müziğine göre sert olarak tanımlanabilir. Grup müziğinde heavy ve senfonik
ögeleri başarı ile birleştirmiş, kendine göre bir tarz geliştirmiştir. Tartışmasız
sert geçişleri en iyi yapan İtalyan gruptur.
Grubun ismi “Ticket to Hell” (Cehenneme Bilet) anlamına gelir. Arthur Brown
gibi Şeytan-Tanrı temaları işlenmese de şarkılarda genel anlamda ölüm, duygusallık,
hüzün ve isyan hakimdir. Bu atmosfer Canali’nin vokali ve Flüt geçişleri,
Giuseppe Cossa ve Giuseppe Banfi’nın klavye tonu, Marco Mainetti ‘nin sert tonlarda
kullandığı gitar ile tamamlanmaktadır. Canali ses tonu ile duygusallık –
hırçınlık arasında müthiş geçişler yaparak İtalyanca bilinmese dahi insanı
grubun bulunduğu ruh seviyesine kolayca
çıkarmaktadır.
Albümün en popüler şarkısı olan Confessione’nun sözleri Canali
tarafından yazılmıştır. Bir cinayetten bahseden şarkı keskin iniş çıkışlara
sahiptir. Gitar kullanımı ve Canali’nin sesi öne çıkan unsurlardır. Şarkının 2.
Yarısı gitar önderliğinde enstrümantal ve heavy sound hakimiyetindedir. “Una
Strana Regina”6 dakikalık bir şarkı olmasına rağmen kendi içinde birkaç
şarkıdan oluşmaktadır. Çok kişilikli bu şarkıda geçişler yine keskindir. Harika
bir piyano prelüdü ile başlayan müzik vokal eşliğinde bir anda hızlanmakta ve
sonra aynı hızda sürekli değişmektedir. Harika melodiler hava uçuşur. Bu şarkı
grubun ruh halini en güzel özetleyen şarkı olarak görülebilir. Depresif duygussallık ve isyan...”Il Navere”
nin de büyük bir farkı yoktur. Gel-gitlerin olduğu , gitar ile ayağı yere basan,
Canali ile uçan bir şarkıdır.
13 dakikalık “Lamico Suicida” bu albümün kesinlikle başyapıtıdır. Perde,
piyano-synth önderliğinde açılır Canali’nin muhteşem yorumu ile devam eder.
Grup yeterince ünlü olabilseydi ve sözler italyanca olmasaydı Canali’nin bu
şarkıdaki vokal performansı tüm
zamanların en iyileri arasında gösterilebilirdi. Şarkının konusu intihar eden
bir arkadaş ile ilgilidir ve doğal olarak müziğin travmatik olması
kaçınılmazdır. Daha derli toplu olan ilk yarıyı deneysellik ve enteresan
geçişlere sahip bir 2. Yarı takip eder.
Bu albümden sonra grup üretmeye devam etse de kısa süre
sonra dağılmış. Gün yüzüne çıkmayan, 1974-1975 yıllarına ait bu çalışmalar "Il tempo della semina" adında bir albüm olarak 1992 yılında basıldı. Grup elemanlarının birçoğu
dağıldıktan sonra müziğe devam etmemiş, farklı hayatlara yelken açmışlar. Claudio
Canali Lucca, Tuscany’de bir manastırda
keşiş olmayı seçmiştir.
Grup 2007’de tekrar bir araya gelmiş, 2009’da Tra I'assurdo e la ragione adında folk ezgilerin ağırlıkta olduğu bir albüm
yapmıştır.
Biglietto Per’l Inferno, sadece İtalyan değil tüm Senfonik Progressive
müzik dünyası için önemli gruplarından biridir. Müzikalite üst düzeydedir ve bu albüm tüm
müzikseverlerin uğraması ve görmesi gereken eşsiz bir diyardır.
2 Ocak 2013 Çarşamba
Unutmadık...Toprağın bol olsun büyük Usta
Flower of Love....Pek bilinen bir şarkısı değildir, ama muhteşemdir....
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)