Üniversite yıllarımdı. 90’ların sonları yani. Evimiz Ankara
Çankaya’da Dikmen vadisine bakan taraftaydı. Odamın balkonu, Dikmen vadi projesinin
ilk ayağı olan bölüme yakın olan, o kocaman 2 pembe binaya bakıyordu. Balkonda bazen sigara içerken binaların inşaatına bakardım hep.
Apartman, Ankara'da sıkça göreceğiniz tipte bir binaydı. Orada yaşayan, neredeyse herkes ile çok yakındık... İstanbul gibi değil Ankara, ilişkiler daha samimi....
Apartman, Ankara'da sıkça göreceğiniz tipte bir binaydı. Orada yaşayan, neredeyse herkes ile çok yakındık... İstanbul gibi değil Ankara, ilişkiler daha samimi....
Apartmanın Zemin katında, TRT’nin neredeyse tüm Sanat Müziği konserlerinde görebileceğiniz
Piyanist Erkan Yüksel oturuyordu. Erkan Amca yani. Değişik bir adamdı. Çok gülmezdi. Birkaç
kırışıklı olan uzun alnı siyah saçları ile kapanırdı. Benim tanımlamama göre biraz içine
kapanık biriydi. Donuk bakardı. İyi bir insan olduğu belli ama etrafı ile çok
ilgil
enmeyen, gereğinden fazla kontak kurmayı sevmeyen biriydi. Evinde piyano
olmasına rağmen hiç ama hiç çalmazdı. Onun günde en fazla 1 saat uyuyabildiğini
sonradan öğrenmiştim. Belki de birçok şeyin nedeni, belki de sonucuydu bu.
Her ne kadar 70’leri seven bir kültürden gelmiş olsa da annem
Türk Sanat müziğini de dinlerdi. O vakitler birçok genç gibi bende de biraz
ukalalık vardı. Konu müziğe gelince ukalalığın seviyesi kanın yüzüme kadar çekilmesi
ile paralel oranda artardı. Her boku ben bilirdim ya...Tabi ne zaman annemleri trt’de
sanat müziği izlerken yakalasam ukalalığım alaycı bir ifade ile dile gelirdi. “Sanat
müziği neymiş”...
Hala sevmem, bana hitap etmez o ayrı konu. “40 kişilik vokal
ekibi 20 tane enstrümanla bunu mu yapabiliyorlar anca?” diye düşünürüm 3-5 dakikalık şarkılar....“aşkın kanununu
yazsam yeniden...” Herkes aynı şeyi çalıyor, enstrümanların güzelliği karmaşada
kayboluyor. Bir de besteler vokal ağırlıklı olunca müzik iyice ikinci plana gidiyor.
Halbuki orada ne güzel enstrümanlar var. İşte bunlardan biri de Erkan Amca’nın
piyanosuydu.
Keith Emerson (The Nice, ELP) neler neler yapıyordu klavye
ile... Veya pell Mell’den Otto Pusch...mahveder adamı. Ya, Jon Lord ve Ken
Hensley?... Vincent Crane? Onu hiç saymıyorum...Jurgen Dollase’nin Manhatten
Project’teki klavye performansına ne demeli?...Erkan Amca neymiş...Tamam iyi
adam ama bir fırın değil bir kaç fırın
gerideydi bu isimlerden. Annemlere işte bu fikirleri satıyordum.
Normal bir gündü ve okula gitmek için hazırlanmıştım. Aşağı
indim ve arabama gitmek için Vadiye bakan taraftaki garaja yöneldim. Bir ses
geliyordu ve ben yürüdükçe volümü artıyordu. Evet bu bir piyanoydu, sadece
piyano sesi. Apartman duvarı bitip bahçe ve garaj başladığı anda ses tam olarak
netleşti. Önemsemedim başta. Bana ilginç gelen taraf, annemin 1-2 defa denk
geldiğini ve çok beğendiğini söylediği Erkan
amcayı ilk defa canlı dinliyor olmamdı. Arabaya bindim ama çalıştırmadan son bir kez
kulak kabarttım. Müzik gerçekten çok güzel geliyordu. Dışarı çıktım, kaputa oturdum. Arka
bahçenin olduğu garajda bir tek ben vardım. Sigara eşliğinde tek kişilik resital bitene kadar büyük bir keyifle dinledim. Mutlu olunca suratımda salak bir ifade olduğu
söylenir. Muhtemelen yine öyleydim.
Okula gitmedim o gün. Hiç gidecek kafam
yoktu. Ağzının tadı bozulmasın diye başka birşey yemezsin ya, aha işte benimki
de tam böyle bir şeydi.
Sonra Erkan Amca’ya çok farklı bir gözle baktım. Saygı duydum. Gerçi bir büyük olarak saygı duyuyordum ama müziği ile dalga geçiyordum. Birkaç gün
sonra karşılaştığımda kendisine o günü anlattım, hatta teşekkür ettim. Çok güzel çaldığını, mest olduğumu söyledim. “ben
teşekkür ederim” der gibi elini omzuma koydu ve başını salladı. Sonra hiç
bir şey söylemeden gitti.
Sonra sıklığı çok artmasa da arada bir duyar olduk müziğini. Sanki bana verdiği o tek kişilik konser gibiydi hep. Ya da ben öyle hissettim...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder