17 Temmuz 2012 Salı

Jon Lord Hayatını Kaybetti


Kötü bir haber...Deep Purple efsanesinin kurucularından, büyük üstad Jon Lord hayatını kaybetti...Rock dünyası gelmiş geçmiş en büyük müzisyenlerinden birini yitirdi...

Ne şanslıyım ki 98'de canlı gözlerle performansını seyredebildim...


11 Temmuz 2012 Çarşamba

Quella Vecchia Locanda - Il Tempo Della Gioia


70’lerin İtalyasının en önemli çıktılarından biridir il tempo della gioia..Grubun kendi adını taşıyan ilk albümünün ardından çıkardıkları 2. ve maalesef son albümdür.

60’lar da yaşanan ekonomik kaos İtalya’da Rock müzik altyapısı oluşamamasında önemli bir etmendi. Ancak 60’ların sonlarına doğru özellikle konservatuar eğitimi almış gençlerin yenilik arayışı, yaptıkları müziğe de yansımaya başladı. Aynı yıllarda bugün janra’ya kimliğini kazandıran gruplar kurulmaya başlandı. Bu gruplar, İtalyan pop müziği olan musica leggera, 60 sonları dünyayı saran psychedelia ve beat ile kendi eğitimlerini bir havuzda topladılar. Tabi progressive dünyasının o zaman ki merkezi olan İngiltere’den de etkilendiklerini es geçmemek gerekir.

Quella Vechia Locanda, İtalyan Senfonik müziğin daha çok jazz’a yakın tarafında durur. Onları bir fusion grubu olarak nitelendirmek yanlış olmaz;  sadece eksik olur. Klasik eğitimli 6 gencin kurduğu grup İtalyan senfonik kültüründen etkilenmiş olsa da  müziklerini daha da zenginleştirmişlerdir. Müzikalite ve yaratıcılık konularında müzik dünyasında eşleri azdır. Adını saydığımız, bildiğimiz, popüler olan çoğu grubun çok çok ötesindeler. İtalyan olmaları, şarkıların popüler kültürden uzak olması, uzun pasajlar, iniş çıkışlar, sadece 2 albümlerinin olması ...vb. onları olmaları gereken yerden uzakta tutmuştur. Bu, sadece onların değil, dönemin birçok grubunun ortak durumudur.

Müziklerinde keman ve piyano ön planda olsa da geniş bir enstrüman envanterine (keman, gitar, bas, davul, klavye, flüt, saksafon)  sahip olmaları zaten başarılı olduklar yaratıcılık konusunda gruba zenginlik katmıştır.  Şarkı ayırt etmeden sahip olunması gereken aalbümün  4. Şarkısı “Un Giorno, Un Amico” grubun müziğinin muhteşem bir özetidir. İniş-çıkışları, enstrüman kullanımı, geçişler, müzikalite, vokal, yaratıcılık üst düzeydedir. Albümün depresif bir tarafının da olduğunu belirtmek lazım; bir yerde okumuştum “Pastoral” belki daha doğru bir kelime olacak grubu tanımlamak için...

Hep aynı duyguya kapılıyorum  bu grubu dinleyince. Devamının gelmemiş olması garip bir hüzün veriyor. Bir yandan da çok popüler olmasını da istemiyor gibiyim. Herkesin bilmesi sanki değerlerini düşürecekmiş gibi...Belki sadece 2 albüm çıkarmaları, olası kötü bir 3. veya 4. albüm çıkarmalarını engelledi... Belki de keyfi sadece bize kalmalı. Çok bencilce oldu bu...

Bu çelişkili duygularımı bir kenara bırakırsam her “müzik sever” in edinmesi, bilmesi, öğrenmesi gereken bir gruptur Quella Vecchia Locanda...Eğer daha dinlemediyseniz, ufkunuz çok genişleyecek buna emin olun. Tercihen yanlız ve hiçbirşeyle uğraşmaz iken dinleyin onları...

26 Haziran 2012 Salı

Progressive Rock'ın Kadın Vokalistleri (Bölüm-2)


“Brainticket”, 70’lerin zengin müzik dünyasına en az katkı yapan Avrupa  ülkelerden biri olan İsviçre kökenli olarak kabul edilseler de aslında farklı ülkelerden bir araya gelmiş müzisyenlerden oluşan bir gruptu. İlk 3 albümleri Cottonwoodhill, Psychonaut ve Celestiel Ocean ayrı ayrı incelenmesi gereken, Psychedelia Krautrock ve Kozmik müziğin en önemli örneklerinin başında gelen albümlerdendir. Bu bölüme konu olmasının nedeni 3 albümde 2 farklı kadın vokalist kullanılmasıdır.

Cottonwoodhill grubun ilk başarılı albümüdür. Bu albümde yaratılan Space, Kozmik atmofer, “Dawn Muir” in belki de eşi olmayan orgazm öncesi seksi, keskin, sıkıntılı ve çağlayan sesi ile tamamlanmış, ortaya eşsiz bir albüm çıkmıştır. Muir’in “Brainticket part I ve II” performansı inanılmazdır.
Muir’ın yerine  Psychonaut ve Celestial Ocean’da  “Jane Free” yer almış Muir’in aksine daha dingin bir ses ile müzikal atmosfere katkı sağlamıştır.

Deep Purple’ın Child in Time parçasını ben dahil sevmeyen, taktir etmeyen yoktur sanırım. Yıllar önce şarkının giriş melodisinin çalıntı olduğunu duyduğumda bu olaya inanmamış ama kendi kulaklarımla orjinalini dinledikten sonra ikna olmuştum. “It’s a Beatiful Day” grubunu ilk böyle tanımıştım. Tabi ki  Jon Lord’un esinlendiği !!!! “Bombay Calling” şarkısı ile...”Patti Santos” daha 17 yaşındayken bir manavda keşfedilmiş ve sonra grubun vokalisti olmuştur. Amerikalı grup It’s a beautiful day’in billboard’lara tırmanmasında, grubun ülke çapında tanınmasında Santos’un mainstream tarza uyan sesi oldukça faydalı olmuştur. Maalesef kendisi 1989 yılında, bir araba kazasında vefat etmiştir.

 90’lara ve 2000’lere gelindiğinde Avrupa’da birçok firma  70’lerin müziğini yeniden basma furyası başlatmış, bu araştırmalar sayesinde  zamanında yayınlanmamış, oldukça güzel albümler bulmuşlardır .(Bizde ki “21. Peron” buna en güzel örnektir). Bunlardan biri İngiliz “Axe” grubudur.  60 sonlarında kurulmuş grubun 69 yılında kayıt edilen ve 90’lar da günyüzüne çıkan “Live & Studio” albümü, dönem müziğini seven birçok kişiyi oldukça etkilemiştir. Bunda grubun gayet başarılı icra ettiği Psychedelic müziğin yanında “Vivienne” in vokali de etkili olmuştur. Özellikle “Strange Sights and Crimson Nights” ve “The Child Dreams” performansları başarılıdır.

Portekiz, Fransa işbiliğinden doğan “Cathrine Ribeiro”,  70’lerin Fransa’sın da en önemli figürlerden biriydi. Sert Fransizca’sı ile söylediği şarkılar, birçok enstrüman icat eden Patrice Moullet ve Ribeiro  işbirliği ile kurulan Cathrine Ribeiro & Alpes döneminde yankı buldu. Sert tonlardaki teatral sesini avant-garde, folk psychedelic ve deneysel müzik yapan grup ile çok uyumlu bir biçimde füzyonlamıştır. Ribeiro oldukça etkileyici bir sestir; özellikle “Paix” ve “Silen von Kathy” performansları eşsizdir. Kendisi 60 sonlarından bu yana hep müziğin için olmuş halen aktif kariyerine devam etmektedir. 

20 Haziran 2012 Çarşamba

Progressive Rock'ın Kadın Vokalistleri (Bölüm-1)


Geçen gün bir arkadaşımla sohbet ederken konu vokalistlerden açıldı. Tabi konumuz progressive rock olunca konuşulanlar 70’lerin vokalistleriydi. Evet progressive rock, müzik ağırlıklıdır ama iyi bir sese de kimse hayır demez. Hele bu ses bir kadına aitse...

Tüm rock camiasında erkek vokale daha sık rastlanır. Ama aynı camia da kadın vokalistin yeri her zaman ayrıdır. Daima daha fazla ilgi görmüşlerdir. Bunun birçok nedeni vardır:  Göreceli olarak Rock müziğin sert imajına ve yaşam tarzına kadınlardan çok erkeklerin daha uygun olması ve buna uyan bir kadın figürünün cazibesi , bunlardan biri olabilir. Neyse bu  ayrı bir konu...ne olursa olsun kadın vokalistlerin bıraktıkları etki oldukça sağlamdır. Kemik bir hayran kitlesine sahiptirler. Erkek dinleyenler için “ideal kadın”; kadın tarafı için özgürlüğün timsali  “rol model” olurlar. Popüler müziğin aksine Rock müzik dinleyenlerin seçiciliğinden midir bilmiyorum, kadın seslerin çoğunluğu çok “sağlam”  sese sahiptir.

Janis Joplin, Grace Slick... gibi 70’lerin öncü sesleri dışında da bu kadar ünlü olmamış ama çok güçlü sese sahip birçok kadın vokalist vardı. Özellikle Janis Joplin’in dünya müziğine bıraktığı etki öyle boyutlardaydı ki, her ülkeye bir “x ülkesinin Janis Joplin’i” tanımlaması geldi. Mesela Japonların “Carmen Maki” si. Progressive Kültürü derinliğine yaşamış olan Japonların en önemli kadın rock figürüydü. “Blues Creation” ve “Oz” ile çok güzel işlere imza attı. Özellikle “Carmen Maki & Oz” dönemi en polüler olduğu yıllardır. Bu birliktelikten çıkan “Tozasareta Machi” oldukça etkileyici ve taklit edilmesi zor bir şarkıdır. Maki’nin sesini tarif etmem gerekirse Ian gillan’ın dişi versiyonu diyebilirim. Ayrıca Carmen Maki birçok şarkısının da sözlerini yazmıştır.

Almanlara geldiğimizde örnek sayısı oldukça artmaktadır. Vaktinde Alman’ların en önemli Heavy Prog (Hard Rock) gruplarından olan “Frumpy” ve “Atlantis” in vokalisti, 70’lerin başında Almanların en iyi sesi seçilen “Inga Rumpf” tan söze başlamamız gerekir. Sigara ve alkolden harap olmuş, kendine has harika sesinin belki de başka bir örneği yoktur. Frumpy’yi kurmadan önce Dietmar Krause (sonradan Henry Cow’un vokalisti olan) ile “I.D. Company” adı altında bir albüm yapmışlardır. Albümün bir yüzünü Krause, öbür yüzünü Rumpf seslendirmiştir. Albümde Inga Rumpf tarafında ki “Bum Bum” dikkat çekmektedir. Özellikle Frumpy, karyerinin üst noktası olarak kabul edilir. Sözlerini yazdığı  “Take Care of Illusion” tüm Rock severlerin bilmesi gereken bir Frumpy şarkısıdır. Bildiğim kadarı ile hala aktif hala o yırtık sesi ile hala milleti büyülemektedir.

Daha önce de Hölderlin’i anlatırken değindiğim “Nanny de Ruig”, müzikal kariyeri tek bir albümle sınırlı olsa da yaptığı iş bugünlere taşınmış ve 70’lerin Alman müzik kültüründe hatırı sayılır bir yere sahip olmuştur . Yumuşak tonda ki sesi, Alman dilinin sertliğini bastırmakta ve grubun ilk albümde ki başarılı müziği başarılı bir biçimde tamamlamıştır. Özellikle “Requiem für einen wicht” grubun kariyerinde ki en önemli şarkılardan biridir.

Krautrock ekolünün en önemli gruplarından biri olan Amon Düül 2’nin vokalisti “Renata Knaup” dönemin en önemli isimlerinden biriydi. Grubun en önemli albümlerinde hep o vardı. Grup, onun 1975 yılında ayrılıp yine dönemin ekol gruplarından biri olan Popol Vuh’a katılmasıyla ivme kaybetmiştir.  Sesini çok farklı tonlarda kullanabilmektedir.Grubun kraut, psychedelic ve deneysel kimliğini oldukça iyi yansıtmıştır.

Bu yazı çok uzayacak...Sanırım burada kesmek, sonra “bölüm -2” olarak devam etmek daha doğru olacak....

12 Haziran 2012 Salı

Hanuman - Lied Des Teufels

Krautrock’ın müzikal yapısına rağmen kapsamının nasıl genişletildiğine daha önce değinmiştim.  Aslında müzikal bir yenilik/farklılık olarak doğan Krautrock zaman içerisinde tüm  Alman Müziğini tanımlamakta kullanılmıştır.  70’ler de Alman gruplar hangi alt kültüre yönelirlerse yönelsinler müziğe kendilerine ait bir damga vurmuşlar, kendilerince yorum katmışlardır.

Belli şehirler bu müzikal akımın öncüsü olmuştur. Bunlardan biri de  Hanuman’ın da kurulduğu  Berlin’dir. Grup,  1971 yılında Peter Barth (vokal, sax, flüt), Wolf Rudiger Uhlig (Klavye), Jorg Hahnfield (Bass) and Thomas Holm (Davul) tarafından kuruldu. İlk albümlerini aynı yıl, aynı isimle çıkardılar. Uhlig’in ayrılıp “Murphy Blend” e katılması ile gruba Ralf Schultze (Gitar, vokal) dahil olmuş, sonra isimlerini “Lied Des Teufels” olarak değiştirerek 1973 yılında 2. Albümlerini, 1975 yılında dağılmadan önce trampet’te Tom Newiger ve vokale Rita Prinz’i alarak son albümleri olan Höllisch Heisse Rockmusic’i çıkardılar. Ancak bu son albüm görece olarak ilk ikisini gölgesinde kalmıştır.

Müzikleri az da olsa Alman Krautrock akımının etkilerini taşıyan, politik sözleri olan, ağırlıklı olarak Fusion temellidir. Flüt ve Saksafon kullanımı grubu farklı kılmakta, bazı şarkıların belli bölümlerinde senfonik bir hava da yakalamaktadırlar. Bas-Davul uyumu etkileyicidir. Uzun müzikal pasajlarda birçok yaratıcı fikir ortaya koymakta, melodiler arasında ki geçişleri çok iyi yapmaktadırlar. Kısaca grup enstrüman kullanma ve yaratıcılık konularında oldukça başarılı ve yeteneklidir. Sözler Almanca’dır. Kimi zaman Peter Barth’ın vokaline, belli bölümlerde marş modunda söylediğinden, alışmak hiç te kolay değil. Grubun eleştirilen belki de tek tarafı budur.

Çıkardıkları ilk 2 albüm arasında tek fark Uhlig ve klavyesidir. İlk albüm’de klavyenin ağırlığı 2. Albümde yerini gitara bırakmıştır. Ama  müzikalite anlamında ilk iki albümde birbirinden başarılıdır. Grubun müzisyenlerine gelince: Uhlig dışında diğer elemanlar grup dağıldıktan sonra müzikal anlamda ortadan kaybolmuşlardır.

Her ne kadar müzik zevki göreceli de olsa aynı türün meşhur olmuş veya okulu kabul edilen grupları/albümleri ile karşılaştırdığımda bu grubun birçoğundan  fazlası olduğunu düşünüyorum. Belki Alman olmaları, politik almanca sözlere sahip olmaları hakkettikleri yerde bulunmamalarının nedenidir. Bunu bilemiyorum ama Fusion’a farklı bir yorum getirdikleri ve bunda da çok başarılı oldukları kesin.  

8 Haziran 2012 Cuma

Zorlamak


Bazen çoğumuzda popüler veya meşhur olandan kaçma vardır. Çok popüler oldu, herkes izledi diye bir filmi özellikle izlemezsin. Herkes konserine gidiyor diye sen belki sevsen bile özellikle gitmezsin. Herkes aynı ayakkabıdan alıyor diye sen almazsın, popüler bir mekan mı açıldı, sen hayatta gitmezsin. Hatta bunları yapanları  kendince aşağılarsın; sıra dışı görünürsün, böyle anılırsın. Göz önünde olmazsın. "Ben sizin gibi değilim..." 

Bazen de göz önünde olmaya çalışma, taktir edilme ve öne çıkma güdüleri vardır. Dikkat edin yaşlılara sorarsanız onların aileleri hep "bilmemkimlerden" gelir. Alakasız hikayeler anlatırlar aslında çok varlıklı olabilecekken "bir" nedenden dolayı olamadıkları ile ilgili. Sokakta mikrofonu görünce sıraya giren insanlar vardır, garip Tv programlara katılıp saçmalayanlar...Belkide bir şekilde popülerlik arayışıdır bu.

 Aynı ruh hali müzik zevkine de yansır. Herkes dinliyor, popüler diye müzik zevki oturtmaya çalışırız bünyeye. Yerine oturmayan ama zorlanmadan dolayı ucu eğilmiş bir puzzle parçası gibi. Veya farklı görünmek için daha niş bir kitleye hitap eden bir albüme, seviyormuş gibi ritm tutulur...Elit olabilme güdüsünün içsel tatmini için zorla Jazz veya klasik müzik dinlenmeye çalışılır. 

Bu zorlama işini ortaokulda bende yapmıştım. Çok kötüydü; birde gidip o kadar para vermiştim kasete. Albümün yarısına vardığımda kendi kendime ne halt ettiğimi soruyordum...kendime gıcık olmuştum, sanki kişiliğimi yitirmişim gibi geldi bana. Abartmıyorum, gerçekten böyle hissettim o gün...Bu olay bir müziği, grubu, albümü sevmemek değil. Sevmediğini bildiğin halde kendini dinlemeye zorlamak. Neyin ispatıysa...

Bunu yıllara yayan insanlar ile tanıştım. Söyleyemedim yüzlerine ama hep garip geldiler bana. Nasıl olabilir bu? Zorla bir müzik nasıl sevilebilir? Görücü usulü ile sevmediğin biri ile evlenmek gibi: "Yalan": seviyormuş gibi görünmek, "kaçamak" fırsat bulduğunda gizlice başka bir şey dinlemek...

Müzik insanı mutlu eder, hayal kurmanı sağlar, kanını hareketlendirir, sağlığına pozitif etkisi yaratır, huzurlu kılar, ruh halinden anlar, seni asla satmayan yakın dostun olur...

Önemli olan bu duyguları yaşayabiliyor olmak. nasıl olursa olsun...kim ne derse desin...hangi tarz hangi tür fark etmez...

 En kötüsü de bunları hiçbiri ile yaşayamayanlar. İşte o çok acı. Dünya nimetlerinden faydalanmayanların çilehanelerde ömür tüketmesi gibi...


Nietzsche ne demiş: “Eğer müzik akla ve duygununn üst katlarına seslenmemiş olsaydı ona sanat diyemezdik, onu basit gösteri danslarının estetik katına alırdık. Bütün sanatlar içinde yapısı gereği insan duygularını en çok avucu içine alan fiziksel olarak insanı büyüleme gücü en yüksek olan sanattır müzik.”






24 Mayıs 2012 Perşembe

Zartong - Zartong


Algılarımızı sınırladığımızda bakış açımızda körelir; gelişmez.  Bunun sonunda elde ettiiğimiz alışkanlık bizi geri kalan dünyadan alıkoyar. Hayal gücümüzü kullanmamızı engeller. Halbuki işin en zevkli, en bize ait olan tarafı da bu değil mi? Niye kendimizi bundan mahrum edelim ki? Niye alışkanlıklarımıza asılı kalalım ki?

Moğollar, Rock dünyasına “saz”ı kazandıran grup olarak geçiyor. Adına da “Turkish Sitar” diyorlar. Tanım bile ne kadar şaşırdıklarını gösteriyor. Belli ki Sitar onları afallatmış ki, aynı etkiyi bizim saz’a yüklüyorlar. Halbuki bizim için son derece alışıldık, bilindik bir enstrüman. Ama Rock müzik içerisinde kullanılıyor olması, evet kabul etmek lazım gerçekten inovatif...

Zartong, 70 sonlarına ait bildiğim tek Rock kökenli  Ermeni  grup. İlk ve tek albümlerini 1979 yılında aynı ad ile Fransa’da çıkardılar. System of a Down’a görülen Milliyetçilik, Soykırım iddiası..vb. gibi konular bu grup ta da mevcuttur.

Grubun, benim için ilginç olan tarafı ise yaptıkları müzik. Space Rock, Senfonik ve Folk fikirleri sıkça bulabileceğiniz bir albüm. (Bildiğim kadarı ile 80 öncesi Progressive Rock içerisinde Kemençeyi kullanan ilk ve tek grup).  Klavye  kullanımı oldukça güçlü. Bu yüzden Space Rock izleri sıkça karşınıza çıkmakta. Albümde Gitar solosundan ziyade Bas sololarına rastlıyorsunuz. Müzik ile yarattıkları atmosfer genelde karanlık ve depresif.  Bu kasvetli yanlarını en çok “Kemençe” ile yansıtıyorlar.


Bizim için Kemençe sanki  Horon için yaratılmış, karadenize ait hızlı ritimlerle çalınan, çalanın da vokal yaptığı bir enstrümandır.  Sanki başka şekillerde kullanılmazmış gibi bir önyargımız var. En azından  bende vardı.  Ancak Zartong Kemençeyi “bizim alıştığımız” biçimde değil de biraz daha keman vari kullanmış. Kemençe hangi ırka, millete aittir bilemem ama müziğe çok yakıştığını söylemeliyim. Nasıl tarif etsek “Blacksea Violin” veya “Southwestern Violin”...



Gurbet diyarlarında vatan şarkıları yapmış ve müziklerinde etnik kimliklerini günün popüler kültürü olan Rock müzik içerisine başarı ile yerleştirmiş bir gruptur Zartong...

   

15 Mayıs 2012 Salı

Vokal(siz)!


Progressive Rock gruplarının ortak noktalarından biri de  genelde bir vokaliste sahip olmamalarıdır. Muhtemelen ihtiyaçları yoktu. O kadar uzun, vokalsiz, enstrümantal pasajlarda vokalistin rolü ne olabilirdi ki?

Bu ihtiyacı grupta çalan ve sesi en iyi olan ile karşıladılar. Müzik ön planda olduğundan çok ta kötü tepki almadılar zamanında. Mesela Eloy...2. albümleri “Inside” ı çıkarmadan önce bazı politik sebeplerden dolayı vokalist Erich Schriever gruptan ayrılmış, gitarist Frank Bornemann hem gitar hem lead vokal yapmak durumunda kalmıştır. Müthiş bir sese sahip olmamasına, bu durumun kendisi tarafından bilinmesine ve bir vokalist arayışına girmesine rağmen Eloy hayranlarından gelen yoğun isteği kırmayıp vokal yapmaya devam etmiştir. Grup bu albümle beraber uzunca sürecek  başarılı bir albüm serisi yakalamış ve bugün hepimizin bildiği o şöhretlerinin temelini atmışlardır.
Comus’ta da durum pek farklı değil. Benim için müzik tarihinin en önemli albümlerinden biri olan “First Utterance” ın baş yapıtı “Drip Drip”’in vokalini grubun beyni ve gitaristi Roger Wooten yapmaktadır. İşin enteresan tarafı, bu şarkıyı ilk dinlemenizde Wooten’ın sesi pek çoğuna göre itici gelmektedir.  Pek çoğu diyorum çünkü yazı yazdığım birçok yabancı site ve blogda Wooten ile ilgili ortak görüş budur. Ta ki şarkıya aşık olup birkaç kere üst üste dinleyene kadar...şimdi bendeki kanı da bu şarkının başka biri tarafından bu kadar başarılı söylenemeyeceği yönünde...

1969’da daha bizde reşit sayılmayan yaşta kurduğu Mythos grubu ile 2 yıl sonra çıkardıkları aynı adlı albümlerinde gitar, synth, flüt çalan, şarkı sölerini yazıp besteleri yapan Stefan Kaske aynı zamanda grubun vokalistiydi. İyi bir vokalist olmadığını kendi bile kabul etse de sesi Mythos’un kaotik, karanlık kimliği ile çok doğru örtüşüyordu.

Geçenlerde vefat eden ünlü Danimarkalı grup Alrune Rod’un hem basisti hem de vokalisti Leif Roden’da fanlar tarafından tarzı sevilen bir isimdi. Özellikle ilk albümleri Alrune Rod (1969) ’da “Bjergsange” ve “Resjen Hjem” ve en popüler albümleri olan “Hej Du” da “Perlesoen” performansları grubun Van Der Graaf Generator vari duygusal ve içsel kimliği ile mükemmel düzeyde uyuşmaktaydı. 

“Guru Guru”’nun gitaristi Ax Genrich, Renata Knaup dışında “Amon Düül 2”’de vokal yapanlar, “Fred”’den David Rose ve Mike Robinson...vb. ile bu listeyi daha da genişletebiliriz.

Yukarıda ki örnekler göreceli olarak sesleri mükemmel olmayan ama çok sevilen müzisyenler. Zaten birçoğu da bu konuda hiç birzaman iddialı olmamışlar.  Bunun aksi örnekleride var: Van der Graaf Generator’un büyük üstadı Pete Hammill, Focus’tan Thijs Van Leer...vb. bir enstrüman çalsalar vokal güçleri ile de ön plana çıkmışlardır.

Tabi öyle vokalistler var ki kendi başlarına birer enstrüman diyebiliriz. Buna en güzel örnek David Byron olurdu. Onun lakabı, sanırım Ken Hensley tarafından konulmuş olan, bir enstrümanı çağrıştırdığından, “Davotron” du. Muhtemelen Mellotron’dan türetilmiş bir isim...

Şarkının ruhu müzikte, müziğin ruhu da onu yapanlardadır diye düşünürüm hep. Vokal sanki pastanın üzerine konan çikolata parçaları veya krema gibi. Kremanın iyi olması için pastanın içeriğinde kullanılan malzemelere uygun olması şart. En azından benim için...

8 Mayıs 2012 Salı

Embryo - Steig Aus


Embryo çok enteresan ama bir o kadar da başarılı bir gruptur. Eğer eşi olmayan, taklit edilemeyecek gruplar listesi hazırlansa Embryo başı çekenlerden biri olurdu.

Müzikal anlamda olmasa da yapısal anlamda King Crimson’a benzediğini söyleyebilirim. Nasıl ki grup  Robert Fripp’in etrafında kurulmuşsa, Embryo’da Chris Burchard’ın etrafında 60 sonlarında kurulmuş ve öyle devam etmiştir. KC gibi aynı kadro ile çıkardıkları albüm sanırım yoktur. Varsa da ben bilmiyorum.  Her albümde kadro değişse de Burchard çok önemli müzisyenlerle çalışmıştır. Bunlardan en önemlisi Roman Bunka’dır. Edgar Hoffman’ı da unutmamak gerekir. Şunu kesinlikle söyleyebilirim ki Burchard’a Bunka ve Hoffman eşlik etmemiş olsaydı Embryo Embryo olamazdı.  Bu 3lünün en önemli ve diğerlerinden ayıran özellikleri multi- enstrümantalist olmalarıdır. Hatta 3 kelime ile Embryo: “Multi enstrumantalistlerin grubudur” diyebilirim.

Herşey, pek bilinmez ama Burchard’ın kısa Amon Düül macerasından sonra, Embryo’yu kurması ile başladı. Bunka ve Hoffman’ın katılmasıyla grup ideal kadrosunu buldu. Birçok albümde çok önemli konuk sanatçılar ile çalıştılar. Bunlardan bazıları: Chris Karrer (Amon Düül 2), Michel hamel (Between), Sigi (Et catera), Dieter Miekautsch (Missus Beastly)

Embryo genel olarak etnik melodileri fusion içerisine başarı ile yerleştirmiş bir gruptur. Bunu hem ruhen hem de enstruman çerçevesinde yapabilmekteler.  Buldukları herşeyi çalabilme yetenekleri 70’lerin sonlarına doğru 1 seneye yakın sürecek bir uzak doğu seyahati ile iyice ön plana çıktı. Bu hippi seyahat ile beraber “Vagabunden Karawane” (Göçebe Karavanı) adı verdikleri, kendilerini ve deneyimlerini  anlattıkları bir belgesel çektiler. Bu anlatım tabi ki müzikti. Buldukları her yerde o yöre müzisyenleri ile emprovize müzik yaptılar. 70 sonlarında müzikleri iyice etnik tarafa kaydı. Bugün Roman Bunka kırmızı Fender’i ile hatırlandığı kadar Ud’u ile de anılmaktadır.

Kısa bir Embryo girişinden sonra albüme gelelim. “Steig Aus” 1973 yılında yayınlandı. Albüm, bu sınır tanımaz  dahi grubun kabul edilen en başarılı albümlerinin başında gelir. Steig Aus grubun karakterini, müziğini ve bakışını belkide en iyi anlatan 3 parçalık envanterdir. Fusion kökeninde uzun bağımsız pasajlar, etnik fikirler ve emprovizasyon ilk dikkati çeken unsurlardır. İlk şarkının (Radio Marrakesh-  Orient Express) son bölümlerine doğru Roman Bunka’nın harika doğu ezgili solosu eşliğinde bir jam band kimliğine bürünürler. Aslında bu şarkı kuzey afrika konser turnesinden sonra kayıt edilmiştir. Turnenin etkisi oldukça belirgindir.  “Dreaming Girls” daha jazz’a yakın duran bir şarkıdır. Enstrümantal olan albümün bu şarkısında solist kemandır ve icrası oldukça başarılıdır. Jörg Evers’in özgür tonlarda giden güçlü bas gitar kullanımı şarkı boyunca dikkat çeker. “Call” inişli çıkışlı emprovizasyonun önde olduğu albümün en uzun şarkısıdır. Ne kadar jazz, etnik..vb. desekte Embryo bir Alman grubudur ve Kraut ruhu bu şarkı ve tüm albümde görülebilir. Bu albümden sonra etnik kimlikleri iyice ön plana çıkacaktır...

Embryo’yu bir albümde anlatmak ve anlamak müziklerine ve fikirlerine haksızlık olur. O değeri alsın almasın Alman müzik tarihinin en önemli gruplarından birinin harika albümüdür Steig Aus...Embryo başlı başına bir ekol, Steig Aus ise başından sonuna kadar bir başyapıttır...

3 Mayıs 2012 Perşembe

9-Canterbury


Yine İngiltere’de doğmuş ve kabul edilen en saygın janralardan biri olan Canterbury, ismini  İngiltere’de Katedrali ile ünlü bir şehrinden almıştır.  Janra’nın temelleri, bu şehirde yaşayan bir grup gencin “Wilde Flowers” adlı grubun kurulması ile atıldı. 1964-67 arasında aktif kalan Wilde Flowers’ın zamanında bir albümü yayınlanmadı ama grubun üyeleri ve etrafındakiler janranın temel gruplarını oluşturdular.

Bir önceki yazımda bahsetiğim Robert Wyatt, janra’nın belki de en önemli yüzüdür. Ancak daha sonraki röportajlarında bu Canterbury ismi ile pek iyi geçinemediğini , sadece okumaya geldiği şehre kendini ait hissetmediğini söyleyecekti. Hugh Hopper’da yapılan başka bir röportajda bu ismi basının koyduğunu kendileri ile bir ilgisi olmadığını belirtmiştir.

Wyatt ve arkadaşı Daevid Allen(kendisi Avustralyalıdır) ’dan doğan bazı fikirler, hem Wilde Flowers’ın gelişiminde hem de sonrasında kurulan grupların farklı bir müzikal anlayış ile sahneye çıkmalarında oldukça etkili olmuştur. 1963’te Hugh Hopper, Robert Wyatt ve Allen “The Daevid Allen Trio’yu kurdular.

Sonrasında Wilde Flowers’ta çalan Hugh Hopper, Robert Wyatt, Kevin Ayers “Soft Machine”’i , Richard Sinclair,  Pye Hastings, David Sinclair ve Richard Coughlan ise “Caravan” ı kurmuştur. Diğer tarafta ise Daevid Allen “Gong” un temellerini atmıştır. Bu 3 grup janranın temelindeki gruplar olarak kabul edilir.
Kısaca özetlemek gerekirse canterbury’den çıkma bir grup arkadaşın müziğidir Canterbury. Yeni kurulan grupların çoğu yukarıda ismi geçen adamların farklı müzikal gruplaşmalarından dünyaya gelmiştir. Birkaç örnek vermek gerekirse Robert Wyatt Soft Machine’den sonra Matching Mole’u kurdu; Richard Sinclair “Hatfield & North” ve “Camel” da;  Pip Pyle “National Health” ve Hatfield & North’da; Hugh Hopper “Gilgamesh” “Isotope” ve “Soft Heap” te, Kevin Ayers solo kariyerinde;  David Sinclair Camel ve Matching Mole’da; müziğe devam ettiler. Bu liste daha da uzar...

Jazz (ağırlıkla Fusion) temelinde,  uzun emprovize pasajların olduğu, değişik şarkı sözleri ile süslenmiş, Psychedelic, avant-garde fikirlerin resmedildiği bir türdür. Aslında yukarıda adı geçen gruplar tarz olarak çok ta birbirlerine yakın değildirler. Bu yaptığım tanım nispeten ortak noktalarıdır. Zaman içerisinde Soft Machine daha çok Fusion’a yaklaşırken, Caravan Folk ezgilere yakın durmuş, Gong tamamen Psychedelia’ya kaymıştır. Bu üçlüden sonra kurulan National Health, Hatfield & North gibi gruplarda şarkı sözleri 2. Planda kalmıştır.  
 
“Rock-in Oppositon” (RIO) janra adını  müzikal bir ayrımdan almadığını daha önceki yazılarımda bahsetmiştim. RIO dahilindeki grupların çoğu müzikal anlamda, diğer janralar ile kıyaslandığında,  Canterbury’e daha yakın dururlar. En önemli örnek “Henry Cow”’dur.  

Yukarıdakiler dışında, tarzın önemli gruplarına ek olarak, “Egg”, “Cahoots”, “Centipede”, “Supersister”, “Khan”, “Steve Hillage”(İngiltere) “Moving Gelatine Plates”(Fransa) ve Zyma (Almanya) gösterilebilir.

25 Nisan 2012 Çarşamba

Robert Wyatt


Henüz bahsetmediğim janralardan belki de en önemlisi olan Canterbury’ye geçmeden önce kurucu üstadı Robert Wyatt’tan ve onun hikayesinden bahsetmek istedim.

60 ve 70’lerin Psychedelia ve Progressive dönemlerinin öncü ülkesi olarak kabul edilen İngiltere’ye bu ünvanı kazanmayı hak ettiren vatandaşlarından biridir Wyatt...

60’ların başında kurulan “The Yardbirds” gibi yine 60’larda kurulan “Wilde Flowers”da sonrasinda daha büyük puntolara terfi edecek birçok grubun ve müzisyenin uğrak yeri olmuştur. Eric Clapton, Jeff Beck, Jimmy Page Yardbirds okulundan mezun olduktan sonra daha büyük bir kariyere terfi ettiler.Wilde Flowers’da  Canterbury ekolünün en önemli üyeleri “Soft Machine” ve “Caravan”’ın temelini oluşturdu. Robert Wyatt’ta bu ayrımın Soft Machine tarafında duran davulcusu ve belki de en önemli ismiydi.

Çok başarılı geçen Soft Machine macerasını noktalayan Wyatt, ilk solo albümünü çıkardı ve gruptan ayrıldı. Pek bilinmese de Pink Floyd’un kurucusu Syd Barrett’ın 3 solo albümünden biri olan “Madcap Laughs” da davul çalmıştır. bir süre ünlü fusion grubu olan “Centipede” nin konser turnesinde boy gösterse de sonrasında “Matching Mole” u kurdu. Dönemin ve günümüzün en önemli fusion gruplarından biri olan Matching Mole’u yaşadığı bir kaza sonrasında bıraktı. 1973’te Bir ev partisinde 4. Kattan aşağı düştü ve omuriliğini kırarak sakat kaldı. Dönemin öncülerinden birinin nerdeyse 1 yılını hastane de geçirecek ve tekerlekli sandalyeye mahkum kalacak olması kolay kabul edilebilir bir durum değildi. Ancak ressam olan eşi ve müzik dünyası onu yalnız bırakmadı. Pink Floyd onun yararın 2 konser verdi. Rock in Opposition (RIO) akımının öncülerinden Henry Cow, Mike Oldfield gibi müzisyenler ona destek vererek hastanede müziğe döndürdüler. Kim bilebilirdi bu dönüş ile çıkacak olan “Rock Bottom” albümü Wyatt’ın kariyerinin  belki de en önemli albümü olacağını... “Rock Bottom” rock dünyasının en “kişisel” albümü olarak kabul görür.  

Ayaklarını kullanamadığı için davul çalmayan Wyatt, tuşlu çalgılara ve önceki gruplarında da tecrübeli olduğu vokal’e ağırlık verdi. Yeniden hayata dönen Robert Wyatt sonraki dönemde  birçok müzisyen ve grup ile sayısız projeye imza atmıştır. Çalıştığı müziyen ve gruplardan bazıları: David Gilmore, Michael Mantler, Brian Eno, Hatfield & North, Nick Mason, Björk...

İngiltere’nin yetiştirdiği en önemli müzisyenlerden biri olan Robert Wyatt biz de yeterince tanınmasa da dünyada önemli bir yere sahiptir. Davulcu iken yaşadığı kaza onu multi enstrümantalist( gitar, piyano, bas gitar, trampet...) biri haline getirdi, üretkenliğini arttırdı. Ne kadar önemli bir müzisyen olduğunu bir defa daha gösterdi. Ne şanslıyız ki halen hayatta ve halen müziğin içinde...


5 Nisan 2012 Perşembe

Kusursuz!!!!

Farkediyor musunuz? müzikte herşey mükemmel, kusursuz olma yönünde ilerliyor. Bahsettiğim "kuzursuzluk" veya "mükemmellik" müzikal anlamda değil, prodüksiyon, kayıt, klip çelimi, fiziksel görüntü...vb. anlamında...

Herşey "olması gerektiği" gibi...Sonrasında çekilen klipler de buna dahil. Sanki yazılı olmayan bir kanun , bir el kitabı var ...çıkan herkeste bu şişme havuza şnorkelle dalış yapıyor..En ufak bir hata bulamazsınız çünkü yeterince tekrar ve oynama yapılıyor. Davul deri gerginliği olması gerektiği gibi; ghost note'lar, rim shot'lar çok net; gitar çınlaması hiç yok; hatasız sololar; sekmeyen ve yine hatasız twin pedal kullanımı; zor geçişler....

Haliyle grubun albümde çıkardığı iş grubun ortalama müziğinden çok çok daha iyi. Bu yüzden birçoğunun konser performansı albümlerinin gerisinde kalmakta. Bu makyajlama değil  de nedir? Evet içindeki aynı kişi ama boya var üstte..

Doğallığa, emprovizasyona, yaratıcılığa ne oldu?  Kırıntıları halen var ama derinlerde ve gözden çok uzakta.
Yüzeye çıkmasını isteyen de pek yok gibi...

Kısaca "hata" tahammülü hiç yok. bazen bu tahammülsüzlük  doğallıktan ve kaliteden de feragat etmeyi beraberinde getiriyor. Kusursuz görünme isteği hem müzikte hem de kliplerde çok belirgin. Albüm için yapılan fotoğraf çekimleri de pek farklı değil...garip bir karizma halinin yanında, kusursuz ışık, özel tasarım kıyafetler, kusursuz makyaj....vs. doğallık burda da yok...Müziğin "madde" ye dönüştüğü andır bu...

Neden bir hayran kitlesine sahip olan, müzikal gelişimden ziyade "kusursuz" olma yolunda ilerler? Yine iş dönüyor dolaşıyor görüntüye geliyor. şimdi daha çok müzik yapılıyor ama bunun daha iyi müzik olduğu şüpheli...


27 Mart 2012 Salı

Hoelderlin - Hoelderlin's Traum


İsmini Alman şair Freidrich Hoelderlin’den alan Alman grubun hikayesi aslında Hollanda’da başlıyor. Christian von Grumbkow ve sonradan eşi olacak Nanny De Ruig, Hollanda Kraliyet Akademisinde eğitim görmekteydiler. Bu birliktelik, Christian’ın kardeşi Joachim ile beraber Hoelderlin’in temelini oluşturmuş oldu. Gitarda Christian; Vokalde Nanny; Çello, Piyano, Mellotron ve Akustik Gitar’da Joachim’e, davul’da Michael Bruchmann; Bass’ta Peter Käseberg ve Keman, Viola, Flüt ve Piyano’da Christoph Noppeney’in katılmasıyla grup oluştu.

Canlı performansları Prodüktör Rolf-Ulrich Kaiser’in dikkatini çekince ilk albüm tekliflerini almış oldular.   

Hoelderlin’s Traum, 1972 yılında yayınlandı ve oldukça büyük başarı sağladı. Alman müzik yelpazesinde Folk progressive alanında önemli bir yere sahip oldular. Bunda Nanny’nin etkileyici sesi ve keman-Çello-Flüt uyumunun etkisi oldukça fazladır.

 Müziklerinde İskandinav ve İngiliz Folk gruplarının etkisi net olarak hissedilmektedir. Neo Klasisizm akımının müzik tarafına konumlandırabileceğimiz albümde,  “Requiem für Einen Wicht” albümün en popüler olmuş şarkısıdır. Şarkının konusu Düşünen ve doğal olarak (!!) suç işlemiş olan bir cücenin kral tarafından cezalandırılışıdır. (Şarkının Youtube’da bir klibi vardır). Albümün son şarkısı “Traum” müzikal anlamda doruk noktasına çıktıkları çok başarılı bir final sahnesi sunar.  

Bu albüm ile beraber grup uzun ve başarılı bir konser turnesine çıkar ve ününü iyice pekiştirir. Ancak, hamileliği ve turne stresi Moda tasarım eğitimi almış olan Nanny’nin grubu bırakmasını gerektirecektir.  Resime döner ve halen kendisi bir ressamdır. Aynı şekilde ressam olan  Christian’da 2-3 albüm sonra grubu bırakacaktır.
Grup sonraki yıllarda tarzını biraz değiştirmiş (Fusion etkisi belirgindir)  ve sırasıyla 1975’te Hoelderin,  1976’da Clowns and Clouds, 1977 Rare Birds, 1978 Live Traumstadt, 1979 New faces, 1981 fata Morgana albümlerini çıkarttıktan sonra müziklerine 2007 ‘de çıkardıkları “Eight” albümüne kadar ara verdiler.
Hoelderlin’s Traum Folk Progressive sevenler için kaçırımayacak bir albümdür. Hoelderllin ise baş tacı... 

11 Mart 2012 Pazar

8-Zeuhl


Enteresan alt kültürlerden biri de “Zeuhl”’dür. Bu kelime, Christian Vender adında bir Fransız tarafından keşfedilen “Kobaïan” dilinde “Göksel, Kutsal” anlamını taşımaktadır.

Vander, klasik müzik eğitimi almış bir Fransız davulcudur.  1970’lerin başında Magma adlı grubu kurmuş ve  grup ile yaptığı müzik, Progressive Rock literatüründe “Zeuhl” adı altında bir alt janra olarak kendine yer bulmuştur.


Daha öncede bahsettiğim gibi birçok  grubun müziğini tanımlamakta tek bir janra yeterli değildir. Ama yine de en ağır basan türün altında değerlendirilmişlerdir. Magma için bu durum biraz farklı. Diğer janraların aksine burada bahsi geçen aslında tek bir gruptur.  

Magma’nın yaptığı müzik diğer janralar ile tanımlanamamasından dolayı, temelinde belli bir toplumsal kültür, yaşanmışlık, gençlik hareketi yatmasa da, farklı bir başlığa hak kazanmıştır. Bu yüzden irdelenecek müzik sadece Magma müziğidir.  Tüm bunlar grubu tüm zamanların en önemli gruplarından biri yapmaya yetmiştir.

Magma müziği Jazz, minimalizim, neoklasisizm ve avant-garde fikirlerin koro, bakır üflemeli çalgılar ve temel rock enstrümanları (fender rhodes, davul..) harmanlanmıştır.  Vokal bölümlerinde Kobaian dili kullanılmıştır.


Tarzdan etkilenen grupların sayısı diğer alt kültürlere göre azdır. Çoğunluk yine Fransa’dandır. Fransa’dan sonra en önemli ülkenin Japonya olması ilginçtir.

Magma dışında tarzın önemli grupları arasında: Dün, Zao, Eskaton, Weidorje, Potemkine (Fransa) , Koenjihyakkei, Happy Family, Bondage Fruit (Japonya), Arkham, Lagger Blues Machine  (Belçika),  Universal Totem Orchestra...sayılabilir.

13 Şubat 2012 Pazartesi

My Childhood


Sanırım ilkokul 2 veya 3, TRT2’nin yayın hayatına başladığı bizim de ailece bu durumu kutladığımız günlerdi.  Yavaş yavaş müzik seçmeye, dinlediklerimi beynimde ayrıştırmaya başladığım günler...sonradan öğrenecektim ki hastalığın başladığı günlermiş o vakitler...duyduğu herhangi bir şeyi unut(a)mama hastalığı...

Ciddi kötü bir hafızaya sahip olsam da ömrüm boyunca kulağım bu durumu reddetti. Aksi gibi o da duyduğunu kaydetti sürekli. Bu durum, güzel gibi dursa da bir süre sonra duyduğum bir şarkı “dur lan bu şeye benziyor..” diyip gözümü seyirten bir hal aldı. Bulana kadar kafamda yüzlerce şarkı dinleyip dururum.  

Gençliğimi zehir eden şarkılar hala kafamda geziyor. Atamıyorum bir türlü...”ballı lokma tatlısı aman hadi hayırlısı..” ya iyide ben bu şarkıları dinlemedim ki sadece maruz kaldım. “barda durur barmen minik şişe elinde....”

Neyse, ablam kolejde bende ilkokulda olmamdan dolayı eve ondan 3 saat gibi erken gelme şansım olurdu. Bu vakti odasına girip evimizdeki tek teyp çaların bulunduğu sehpanın yanında, ablamın radyodan kaydettiği şarkıları dinleyerek geçirirdim. Genelde de grubun/müzisyenin ve şarkının ismi programcı tarafından verilirdi. Ablam da sıkıldıkça kasetlerin üzerine tekrar kayıt yapardı.

Bir gün ablamın odasında yine tek kişilik müzik günü yaparken bir şarkı dinledim... Fena vurulmuştum...hem de çok fena. Çok etkilenmiştim. Ablam kaydederken şarkının ve grubun isminin söylendiği bölümü es geçmişti. Kendisine de dinletiyorum ama o da bilmiyordu...”the childhood...”

Birkaç gün sonra babamın  araba ile yaptığı günübirlik yolculuğa nedense bende dahil oldum. Onlar 2 arkadaş önde sohbet edip devam ederken bende aşık olduğum şarkıyı walkman de dinliyordum. Sürekli dinliyordum...başa (rew) alma teknolojisi henüz yok ken kaseti ters çecvirip ileri alıyor, bu sayede  öbür taraf için tekrar başa almış oluyordum. Kaç saat hatırlamıyorum ama paso o şarkıyı dinlemiştim. Uzunca bir şarkıydı...Hayal kurup duruyordum...

Eve döndükten sonra kaseti ablama geri verdim ama B yüzünü silmemesini özelllikle istemiştim. Olmadı...silindi gitti birkaç güne...”dın dın dın dın dın, dın dıııınnnnn”... melodi kaldı beynimde..

Üniversite 2 deyim gece içmiş bir halde eve geldim. Sonradan bıraktığım ancak o vakit alışkanlığım olan televizyonu açtım. Maksat bikaç kanal gezinip uyumak...2 dakika sonra ayıldım. Bir grup vardı ve vokalistin sesi aynı o küçüklüğümdeki sesti...şarkı aynı değildi ama ses oydu...kesinlikle oydu...isimlerini de öğrendim.

Hemen ertesi sabah Tunalı caddesinde cd aldığım “shades” dükkanına gittim. Süleyman abiye durumu açıkladım. Dedim ki grubun adı “Marillon”. Zaten kendisi müzik zevkimi bilir ve bana cd tavsiyelerinde bulunurdu. Marillon da benim kapsama girermiş, severmişim...Bu arada vokalistin adı “Fish” miş. Sonradan bilinen bir figür olduğunu öğrenecektim.

Fugazi albümünü alıp eve gittim. Güzel bir albüm ama benim şarkı yok. 2 gün sonra bir daha gittim. Bu sefer “misplaced childhood” u aldım. Oydu işte! ...En güzeli de o şarkı girdiğinde evde yanlız olmamdı. “Blind Curve” müş...   

Müzik insanda iz bırakır. Hayatına anlam katar; güzel kötü anılar katar. Sen de dilediğini hatırlarsın...

“the childhood, the childhood oh please give it back to me...”

7- Crossover Progressive



Daha önce de belirttiğim gibi bazı grupları açıklamakta tek bir janra yeterli değildir. Dönemin gençlerinin  hayata bakışı, dünyanın içerisinde bulunduğu kültürel ve ekonomik gelişimler aynı müzik ağacının farklı dallara sahip olmasına yol açtı. Doğal olarak bu dalların ayrışımı ve birbirleri ile olan girift ilişkilerini açıklamak çoğu zaman pekte kolay olmamaktadır.

Crossover prog, genel olarak Progressive Rock müziğin popüler (pop) müziğe yakın duran tarafı olarak kabul edilir. Farklı ve yaratıcı fikirler diğer çoğu alt kültür’de olduğu gibi burada da mevcuttur. Ancak şarkılar diğer akrabalarına kıyasla daha kısadır. Müzik genel olarak “easy listening” dir. 

Diğer janraların aksine keskin geçişler, deneysellik, emprovizasyon burada pek görülmez. İlginç başka bir detay ise Roger Waters, Richard  Wright, Peter Gabriel,  Keith Emerson gibi janra’lara isim babası yapmış çok önemli müzisyenlerin solo albümleri crossover’a yakın durur.

Moody Blues, Supertramp, Goliath,Aardvark gibi İngiliz gruplar türün öncüleridir.   
Titus Groan, Barclay James Harvest, Mike Oldfield(ingiltere);  Dice, Nine days Wonder(Almanya); Paatos, Zello (İsveç); Pavlov’s Dog (USA); Gazpacho (Norveç); Lebowski (Polonya)...vb. akla gelen önemli crossover progressive gruparıdır.

9 Şubat 2012 Perşembe

6 – Folk Progressive

Janra'lara devam...
Üllkeleri ve kültürleri ”birey” olarak algılarsak en  kişisel alt kültürlerden biridir. Rock müziğin temelindeki protest mantık burada da görülür. En azından bu alt kültürün doğuşu sırasında.

Folk ezgilerin rock müzik ile yorumlanışını 3 dönemde inceleyebiliriz. Psychedelia öncesi, Psychedelic dönem ve Progressive dönem.

Her ne kadar bunun için daha eskilere gitmek gerekse de yazıyı çok uzatmamak adına biraz daha yakın tarih ile başlamak daha iyi olacak sanırım. Amerika’da Pete Seeger, Joan Baez ve Bob Dylan, İngiltere’de Ewan Mccoll gibi müzisyenler  politik tepkilerini Folk müzik ile yorumladılar. Müzikleri çoğunlukla akustikti.  Psychedelia döneminin dünyayı domine etmesiyle beraber folk fikirler rock müzik içerisinde akustik kimliğini değiştirmeye başladı.  Öncüler dediğimiz isimler ağırlıkla  Country’e yakın tarzda kalırken, Amerika’da The Byrds, Pearl’s Before Swine, Grateful  Dead, Quicksilver Messanger Service İngiltere’de Strawbs, Pentangle, Fairport Convention gibi gruplar folk fikirleri Psychedelia dönemine başarıyla uyarladılar.

Psychedelia-Progressive geçiş dönemi ile birlikte Folk fikirler tüm diğer alt kültürlerde görüleceği üzere süratle dünyaya yayıldı. Birçok ülke gerek kendi gerek ithal halk ezgilerini melodilerini anlayışlarını hippi kıyafetinde dönemin müziği ile yorumlamaya başladılar. Her kültürün kendine özgü  tarihi ve sanat anlayışı olmasından dolayı yerel rock gruplarının elinde, hem enstrüman hem de fikir anlamında, çok fazla materyal  vardı. Buna en yakın örnek  “Saz”ın bir folk grubu olan Moğollar tarafından Dünya Rock müzik envanterine katılan bir enstrüman olmasıdır.

Türe katkı yapan ülkelere değinecek olursak:
a)      Almanya
70’lerin Avrupa’sın da en aktif ve tartışmasız en renkli müzik kültürüne sahip ülkelerin başında gelir. Krautrock’ın anavatanında diğer birçok alt kültürün çok başarılı örneklerini  görürüz. Folk’da bunlardan biridir. Hölederin, Bröselmaschine, Carol of Harvest, Emtidi, Ougenweide, Wıtthüser & Westrupp...önemli gruplardan bazılarıdır.

b)      İngiltere
Progressive müziğin ve birçoğunun temelleri atılmış olan ülkedir. Comus, Amazing Blondel, Pentangle, Spirogyra, Strawbs, Incredible String Band...başlıca gruplardır. (Comus’un First Utterance albümüne ayrıca değineceğim)

c)       İskandinavya
Kebnekaise, Handgjort, Forenıngen tıl lıvets Beskyttelse, Gjallarhorn, Ragnarök, Furekaben,Grovjobb, Kerrs Pink...bölgenin başıca gruplarıdır.

d)      İspanya
Derin bir kültür zenginliğine sahip İspanya’da dönemin genç müzisyenlerini etkileyen en önemli türlerden biridir. Triana, Itıoz, Ibio, Azahar, Amarok, Haizea...ülkenin başlıca gruplarındandır.

e)      Diğer
Los Jaivas (Şili), Moğollar (Türkiye), Phoenix (Romanya), Tim Buckley (USA), Canzoniere Del lazio (İtalya), Flairck (Hollanda), Zartong (Ermenistan)



8 Ocak 2012 Pazar

Kalite

Toplumsal gelişim ne demek? bu benim kafamı kurcalayan, tam anlamı ile bir şablona oturtamadığım bir konu. Ne anlamda gelişmek? Acaba yılların geçiyor olması, teknolojik ilerleme toplumun gelişmesi anlamına mı geliyor.? 

Bu açıdan düşünürsek cevap hayır. Kendi hayatımızda bile bunu gözlemlememiz çok kolay. Artık futbol maçları eşit sayıda rakip taraftarlar önünde oynanmıyor. Rakip taraftar kadar polis eşliğinde oynanıyor. Tarihi binalardaki mimari zevk artık yeni binalarda yok. Basitlik, nefret ...vs. daha egemen hayatımzda. 

Belki uzak mesafeleri teknoloji ile kısalttık. Sokakta oynadığımız oyunların simulasyonunu evimizde bilgisayarda oynuyoruz. insanlar ile birebir fiziksel ilişki kurmadan komünikasyon kurabiliyoruz. istediğimiz yemek bir telefon uzağımızda, yanındada dvd geliyor hem de. 

Peki ya kalite? her geçen gün daha çok yerin dibine geçiyor. Bakın çevrenize. kalite namında ne kaldı. genetiğimiz kalitesizliği kabul eder bir hale geldi. kabullenmişiz bir kere...mutasyon sürecimizde ileri giderken insani anlamda geriliyoruz hergün. Farklı bir mutasyon süreci içindeyiz.

Tüm bu nefret basitlik, kalitesiliğin belkide en önemli sebebi yabineleşmemiz. Duygularımız yalnızlaştıkça ortaya primitif insan modelini doğurmakta. ilişkilerimiz dijitalleştikçe, hislerimiz de o yönde kurumakta. Etrafımızda kalite düştükçe bizim bakış açımız da, hayatımız da, zevklermiz de, hatta kişiliğimizde bu döngüye kapılıp gitmekte...

Müziğin ve diğer sanat dallarının bu mutasyondan hasarsız çıkması düşünülemez. Bu dallar "Sanat" olmaktan çıkıp "eğlence" olmakta, sıradanlaşmakta. Kavram anlamını, değerini yitirmekte. Rahmetli Bahadır Akkuzu'nun bir cümlesi vardır. "Ben müzik dinlerken kitap okumam, okurken de müzik dinlemem  çünkü her birine hak ettiği değeri vermek isterim, hepsini yaşamak isterim" 

Saygı ve değer bilmek ancak "o" kapasiteye ulaşabilen kişilerce anlaşılabilir. Bu kişilerin sayısı azaldıkça imkanlarımız artsa dahi algımız kalitesizliğe daha derin saplanacaktır.  

5 Ocak 2012 Perşembe

Dom - Edge of Time (1970)

 Janralara ufak bi ara…
Hani hep hayaldir ya bizler için 70’lerdeki heriflerin kafası. Ne derseniz diyin beatnik, hippi, flower people…her ne kafası ise o aslında tüm toplumun kafasıydı. Kullandıkları o eski enstrümanlar, ayarsız davuldan gelen ses, kayıt esnasında arkadan gelen konuşma sesleri bu kafanın yaptıklarını hep “doğal” kıldı.  Şimdi olsa döverler adamı…İyi de zaten şimdi de kafa öyle değil…ayakları yere basan bir hali var bugün…

Dom, 60 sonlarında Macar kökenli Baskay karedeşlerin öncülüğünde Dusseldorf’ta kurulmuştur. Alman Kraut algısını güçlendiren önemli gruplardan biridir. o “kafa” yı en derinden yaşatır. “Comus” gibi girişi olan Goblin, Pink Floyd, Cluster, Tangerine Dream tadında, klavye flüt dominasyonunda ilerleyen, rahatsız eden, huzur veren, korkutan, merak ettiren, space, trippy, acid, kraut ve de  kaotik bir album… Zaten 2 gün süren acid tribine “Dom” denir.  Bu grubun müziğine isim koyarken zorlanmadıkları ortada. Sizinde albümü dinledikten sonra benim gibi kayıtların 2 günde tamamlandığı yönünde ciddi şüpheleriniz oluşacak.

Başı da bir sonuda bir her tarafı eşit güzellikte bir album. Ayırmak gibi olmasın ama “Edge of Time” sanki biraz daha eşit…hele kapakta sözleri olan pasaja geçiş…çoklu kişilğin algıda kırılımı…flüt ile tamiri…

Tür açısından bakarsak Alman Kraut akımının ciddi etkileri görülür. Klavye müziğin öncü enstrümanıdır. Flüt ve perküsyon ile desteklenir. Klavye kullanımı  ve trip fikirler tarz olarak Space Progressive’i andırsa da tek bir janra müziklerini ifade etmeye yetmez. Saçma olacak ama: biraz Hoelderlin, Cluster ve Pink Floyd, az biraz Goblin ama has ve has DOM…

Kolay dinlenemeyen bir albüm. Her ortamda gitmez. Sokakta ağzında mırıldanamazsın. Sevgiliye atfedemezsin. Herkese dinletemezsin...Kendine özel saklayabileceğin, kendinle paylaşabileceğin bir albüm...

19 Aralık 2011 Pazartesi

5-Rock in Opposition

Her ne kadar bir tür olarak Kabul edilse de RIO, müzikal anlamda progressive dünyaya bir farklılık getirmemiştir. 1978 yılında İngiltere’de düzenlenen bir festivalin adıdır.

Birçok yerde Avant-Garde grubu olarak bilinen Henry Cow, Avrupa’da ciddi bir fan kitlesine sahip olmasına rağmen, müzik firmalarının album yapmaya yanaşmamalarından ve onlara yeterince ilgi göstermemelerinden dolayı bu durumu protesto amaçlı bir festival düzenler. Bu festival kendileri gibi dışlanan 4 grubu- İsveç’ten Sammla Mammas Manna, Fransa’dan Etron Fou Leloublan, Belçika’dan Univers Zero ve İtalya’dan Stormy Six- dahil eder. Gerçekten de ciddi anlamda ilgi çekmeyi başarırlar.

Art Zoyd ve Aksak Maboul un katılımları ile 2. Festival 1979 yılında İtalya’da Stormy Six önderliğinde, 3. Festival yine aynı yılda Sammla Mammas Manna önderliğinde İsveç’te yapıldı. Kadro yine bu 7 gruptan oluşuyordu ( Dağılan Henry Cow, Art Bears olarak bu festivallere katıldı.)

2000’li yılların sonlarına doğru Fransa’da aynı ruhu taşıyan 2 festival daha yapıldı. Katılan grupların ortak noktaları: Avant Garde olmaları ve müzik endüstrisine karşı olmaları idi.

Önemli katılımcılar: Faust (Almanya), 5uu’s ve Thinking plague(Amerika) , Zao ve Magma (Fransa), Gong (Multi)…idi.

4-Space Rock


Uçma düşüncesi insanoğlunun varoluşundan bu yana en büyük hayallerinden biridir. Bu hayal 70 lerin sınırları zorlayan anlayışı, uyuşturucunun etkisiyle müziğe bolca yansıtılmıştır.
Her ne kadar Space akımın ilk izleri 1959 yılında John Meek’in “I hear a new World” albümü  ile görülse de, esas çıkış Psychedelic Müziğin dominant olduğu 60’ların ikinci yarısında görülür. John Meek albümünde bir nevi uzay yarışından bahseder ve insanoğlunun uzaylılar ile buluşmasını konu alır. 1966 yılında Syd Barrett önderliğindeki Pink Floyd “The Piper at the Gates of Dawn” albümünü çıkarır. Albümde Psychedelic ögeler ağır bassa da diğer gruplarına nazaran müziklerinde farklı temalar görülmektedir. Grup daha sonra ki albümlerinde, Syd Barrett etkisinin azalması ile, tarzını iyice kemikleştirmiş ve Space Rock olarak adlandırılmışlardır. Pink Floyd bu türün tartışmasız en önde gelen grubu olmuştur.
Müzikte en temel görülen olgu synthesizer/klavye kullanımıdır. Birçok alt kültürde olduğu gibi uzun pasajlar ve emprovizasyon burada da görülür. Echo lu gitar kullanımı ve repetitif ritimlere sıkça rastlanır. Diğer bazı tarzlara göre vokal kullanmı biraz daha fazladır. Bilim kurgu, Uzay, Kozmik evren temaları hem sözlere hemde müziğe yansıtılmıştır. Genel yapısı itibarı ile heavy ve özellikle de Psychedelic türlere yakın durur.
>(NOT: Zaten bazı otoriteler Psychedelic ve Space müziği iç içe tanımlarlar. Bunun bir başka nedeni de bu iki türü iç içe geçiren, üst üste çıkardıkları albümlerdeki farklılıklar gösterilebilir. Ancak tüm bu iç içeliğe rağmen müzikal anlayışlarda yadsınamayacak farklılıklar vardır. Bu yüzden burada bu türleri ayırmak çok daha doğru olacaktır.)
Ülkelere bakacak olursak:
a) İngiltere
Akımın öncü ülkesidir. Rock müzik tarihinin en önemli gruplarından olan Pink Floyd’un “The Piper at the Gates of Dawn” albümü ile resmen kültür doğmuş kabul edilir. Türün önemli gruplarından biride Hawkwind’dir. “Warrior on the Edge of Time” albümleri başyapıtlar arasındadır. 1973 yılında çıkardıkları “Space Ritual” albümü bilim kurgu roman yazarı M.Moorcock ile yaptıkları çalışmaların neticesinde ortaya çıkmıştır. Daevid Allen’ın önderliğindeki Gong da türün en önde gelen gruplarındandır.
Önemli bazı gruplar: Arzachel, Ozric Tantacles,Camel, Jade Warrior... ülkenin önemli space gruplarıdır.
b) Almanya
Krautrock’ın Psychedelic dönemden etkilendiği düşünüldüğünde Space Rock’a uzak kalmaları  mümkün değildir.” Dom” gibi bu 2 türün iç içe geçtiği birçok örnek vardır. Ancak şunu söylemek gerekir ki Alman gruplarının çoğu farklı tarzda müzik yapsada bir şekilde Kraut akımın izleri görülmektedir. “Eloy” ülkenin bu tarzda yetişen en önemli grubu kabul edilir. Octopus,Sula Bassana, Message , Ivory adı sayılabilecek diğer gruplardır.
c) İskandinavya
Özellikle başta İsveç olmak üzere birçok kaliteli grup çıkarmışlardır. Radiömöbel, Algarnas Tradgard, Bland Bladen,Kontinuerlig Drift (İsveç),Alrune Rod, Day of Phoenix, Fleur De Lis, (Danimarka), Circle (Finlandiya)
d) Diğer
Space akım özellikle 70’lerin Avrupa’sında oldukça yaygın bir kültürdü. Igra Staklenih Perli, Tako (Yugoslavya), Agamemnon (İsviçre),    Cosmic Factory, Far East Fmily Band (Japonya), PLJ Band, Four Levels of Existence (Yunanistan), Mess (Estonia), Ragnarök (Yeni Zelanda)

8 Temmuz 2011 Cuma

3-Jazz Rock (Fusion)

“Fusion” kelime olarak birleşmeyi temsil eder. Müzikteki füzyon, Rock Kültürü ile Jazz kültürünün birleşiminden doğan bir ekoldür. Genelde tarzı yansıtan grupların müzisyenleri Jazz eğitimlidir. Gruplar özellikle Miles Davis, John Coltrane gibi büyük Jazz ustalarından hayli etkilenmişlerdir. Jazz eğitimli gençlerin, Beat kuşağının temellerini attığı Psychedelia ve Progressive yıllarında değişen müzik kültürüne adapte olmasıdır aslında Fusion…Jazz temelinde Hippi-Rocker gençliğin müziğidir. Bu yüzden iyi bir Fusion müziği her iki kültürü iyi benimsemiş gruplar yapabilmiştir.
Özellikle 70’lerin ikinci yarısında müziğini olgunlaştıran gruplarda sıkça Fusion’a kayma gözlemlenmiştir. Üstteki satırlarda da belirttiğim gibi, bu durumu Fusion’ın belli bir birikim ve altyapı gerektiren bir yapısı olması ile açıklanabilir. Her ne kadar tüm müzik türlerinin icrası belli zorluklar içerse de, tüm bunlar göz önüne alındığında, Fusion kültürü bu konuda diğerlerinden biraz ayrılmaktadır.
Birçok grupta klasik enstrümlar bulunmakta, müziklerinde özellikle Saksafon, Flüt veya Keman kullanılamakdır. Uzun emprovize pasajların yanısıra, Rock müziğinde etkisi ile şarkılarda süpriz  iniş- çıkışlara sıkça rastlanmaktadır.
Ülkelere bakacak olursak:
a) İtalya:
Her ne kadar ülkede senfonik müzik hakim olsada, İtalya’da çok önemli fusion gruplar mevcuttur. Örnek verecek olursak: Quella Vecchia Locanda,Perigeo ve Aera başı çeken gruplardır.
b) Almanya
Çok yönlü Alman Progressive dünyası, Jazz-Rock birleşmesinden , gerek Doğu gerek Batı Almanya da çok önemli grupları beraberinde getirmiştir. Zaten Krautrock temalı müziğin ardından grupların yöneldiği en önemli kültür Fusion’dır. Hatta Embryo, Guru Guru, Alcatraz... gibi çok önemli gruplar belli bir dönemden sonra bu türe yönelmişlerdir. Önemli bazı gruplar: Embryo, Out of Focus, Aera, Klaus Doldinger’s Passport, Missus Beastly, Wolfgang Dauner(Et Cetera), Hanuman(Lied Des Teufels)..sayılabilir.
c) İskandinavya
İskandinavya, müziği ile İsveç’in başını çektiği ,70’lere damgasını vuran önemli bir bölgedir. Tıpkı İtalyan Senfonik ekolü gibi birçok otorite tarafından Progressive Müziğin bir alt kültürü (tıpkı Fusion, Senfonik, Krautrock...gibi) olarak görülmektedir.
Önemli bazı gruplar: Flasket Brinner, Piirpauke, Berits Halsband,Algarnas Tradgard, Archimedus Badkar...sayılabilir.
d) İngiltere
Birçok ekolde olduğu gibi İngilizler bu tarzın da önder ülkelerinden biridir. Diğer kültürlerin aksine bu kültürde nispeten daha az grupları mevcuttur. Ancak yine de müzik dünyasının önde gelen grupları/müzisyenleri yine İngilizdir.Gruplar kadar bireysel müzisyenlerin de çalışmalarına sıkça rastlanır.
Önemli bazı gruplar/müzisyenler: Mahavishnu Orchestra (Her ne kadar grubun başını John Mclaughlin çeksede, grupta birçok ülkeden müzisyen bulunmaktadır) Brand X, Fusion Orchestra, Soft Machine, Centipede, Hugh Hopper, Elton Dean...