8 Mayıs 2012 Salı

Embryo - Steig Aus


Embryo çok enteresan ama bir o kadar da başarılı bir gruptur. Eğer eşi olmayan, taklit edilemeyecek gruplar listesi hazırlansa Embryo başı çekenlerden biri olurdu.

Müzikal anlamda olmasa da yapısal anlamda King Crimson’a benzediğini söyleyebilirim. Nasıl ki grup  Robert Fripp’in etrafında kurulmuşsa, Embryo’da Chris Burchard’ın etrafında 60 sonlarında kurulmuş ve öyle devam etmiştir. KC gibi aynı kadro ile çıkardıkları albüm sanırım yoktur. Varsa da ben bilmiyorum.  Her albümde kadro değişse de Burchard çok önemli müzisyenlerle çalışmıştır. Bunlardan en önemlisi Roman Bunka’dır. Edgar Hoffman’ı da unutmamak gerekir. Şunu kesinlikle söyleyebilirim ki Burchard’a Bunka ve Hoffman eşlik etmemiş olsaydı Embryo Embryo olamazdı.  Bu 3lünün en önemli ve diğerlerinden ayıran özellikleri multi- enstrümantalist olmalarıdır. Hatta 3 kelime ile Embryo: “Multi enstrumantalistlerin grubudur” diyebilirim.

Herşey, pek bilinmez ama Burchard’ın kısa Amon Düül macerasından sonra, Embryo’yu kurması ile başladı. Bunka ve Hoffman’ın katılmasıyla grup ideal kadrosunu buldu. Birçok albümde çok önemli konuk sanatçılar ile çalıştılar. Bunlardan bazıları: Chris Karrer (Amon Düül 2), Michel hamel (Between), Sigi (Et catera), Dieter Miekautsch (Missus Beastly)

Embryo genel olarak etnik melodileri fusion içerisine başarı ile yerleştirmiş bir gruptur. Bunu hem ruhen hem de enstruman çerçevesinde yapabilmekteler.  Buldukları herşeyi çalabilme yetenekleri 70’lerin sonlarına doğru 1 seneye yakın sürecek bir uzak doğu seyahati ile iyice ön plana çıktı. Bu hippi seyahat ile beraber “Vagabunden Karawane” (Göçebe Karavanı) adı verdikleri, kendilerini ve deneyimlerini  anlattıkları bir belgesel çektiler. Bu anlatım tabi ki müzikti. Buldukları her yerde o yöre müzisyenleri ile emprovize müzik yaptılar. 70 sonlarında müzikleri iyice etnik tarafa kaydı. Bugün Roman Bunka kırmızı Fender’i ile hatırlandığı kadar Ud’u ile de anılmaktadır.

Kısa bir Embryo girişinden sonra albüme gelelim. “Steig Aus” 1973 yılında yayınlandı. Albüm, bu sınır tanımaz  dahi grubun kabul edilen en başarılı albümlerinin başında gelir. Steig Aus grubun karakterini, müziğini ve bakışını belkide en iyi anlatan 3 parçalık envanterdir. Fusion kökeninde uzun bağımsız pasajlar, etnik fikirler ve emprovizasyon ilk dikkati çeken unsurlardır. İlk şarkının (Radio Marrakesh-  Orient Express) son bölümlerine doğru Roman Bunka’nın harika doğu ezgili solosu eşliğinde bir jam band kimliğine bürünürler. Aslında bu şarkı kuzey afrika konser turnesinden sonra kayıt edilmiştir. Turnenin etkisi oldukça belirgindir.  “Dreaming Girls” daha jazz’a yakın duran bir şarkıdır. Enstrümantal olan albümün bu şarkısında solist kemandır ve icrası oldukça başarılıdır. Jörg Evers’in özgür tonlarda giden güçlü bas gitar kullanımı şarkı boyunca dikkat çeker. “Call” inişli çıkışlı emprovizasyonun önde olduğu albümün en uzun şarkısıdır. Ne kadar jazz, etnik..vb. desekte Embryo bir Alman grubudur ve Kraut ruhu bu şarkı ve tüm albümde görülebilir. Bu albümden sonra etnik kimlikleri iyice ön plana çıkacaktır...

Embryo’yu bir albümde anlatmak ve anlamak müziklerine ve fikirlerine haksızlık olur. O değeri alsın almasın Alman müzik tarihinin en önemli gruplarından birinin harika albümüdür Steig Aus...Embryo başlı başına bir ekol, Steig Aus ise başından sonuna kadar bir başyapıttır...

3 Mayıs 2012 Perşembe

9-Canterbury


Yine İngiltere’de doğmuş ve kabul edilen en saygın janralardan biri olan Canterbury, ismini  İngiltere’de Katedrali ile ünlü bir şehrinden almıştır.  Janra’nın temelleri, bu şehirde yaşayan bir grup gencin “Wilde Flowers” adlı grubun kurulması ile atıldı. 1964-67 arasında aktif kalan Wilde Flowers’ın zamanında bir albümü yayınlanmadı ama grubun üyeleri ve etrafındakiler janranın temel gruplarını oluşturdular.

Bir önceki yazımda bahsetiğim Robert Wyatt, janra’nın belki de en önemli yüzüdür. Ancak daha sonraki röportajlarında bu Canterbury ismi ile pek iyi geçinemediğini , sadece okumaya geldiği şehre kendini ait hissetmediğini söyleyecekti. Hugh Hopper’da yapılan başka bir röportajda bu ismi basının koyduğunu kendileri ile bir ilgisi olmadığını belirtmiştir.

Wyatt ve arkadaşı Daevid Allen(kendisi Avustralyalıdır) ’dan doğan bazı fikirler, hem Wilde Flowers’ın gelişiminde hem de sonrasında kurulan grupların farklı bir müzikal anlayış ile sahneye çıkmalarında oldukça etkili olmuştur. 1963’te Hugh Hopper, Robert Wyatt ve Allen “The Daevid Allen Trio’yu kurdular.

Sonrasında Wilde Flowers’ta çalan Hugh Hopper, Robert Wyatt, Kevin Ayers “Soft Machine”’i , Richard Sinclair,  Pye Hastings, David Sinclair ve Richard Coughlan ise “Caravan” ı kurmuştur. Diğer tarafta ise Daevid Allen “Gong” un temellerini atmıştır. Bu 3 grup janranın temelindeki gruplar olarak kabul edilir.
Kısaca özetlemek gerekirse canterbury’den çıkma bir grup arkadaşın müziğidir Canterbury. Yeni kurulan grupların çoğu yukarıda ismi geçen adamların farklı müzikal gruplaşmalarından dünyaya gelmiştir. Birkaç örnek vermek gerekirse Robert Wyatt Soft Machine’den sonra Matching Mole’u kurdu; Richard Sinclair “Hatfield & North” ve “Camel” da;  Pip Pyle “National Health” ve Hatfield & North’da; Hugh Hopper “Gilgamesh” “Isotope” ve “Soft Heap” te, Kevin Ayers solo kariyerinde;  David Sinclair Camel ve Matching Mole’da; müziğe devam ettiler. Bu liste daha da uzar...

Jazz (ağırlıkla Fusion) temelinde,  uzun emprovize pasajların olduğu, değişik şarkı sözleri ile süslenmiş, Psychedelic, avant-garde fikirlerin resmedildiği bir türdür. Aslında yukarıda adı geçen gruplar tarz olarak çok ta birbirlerine yakın değildirler. Bu yaptığım tanım nispeten ortak noktalarıdır. Zaman içerisinde Soft Machine daha çok Fusion’a yaklaşırken, Caravan Folk ezgilere yakın durmuş, Gong tamamen Psychedelia’ya kaymıştır. Bu üçlüden sonra kurulan National Health, Hatfield & North gibi gruplarda şarkı sözleri 2. Planda kalmıştır.  
 
“Rock-in Oppositon” (RIO) janra adını  müzikal bir ayrımdan almadığını daha önceki yazılarımda bahsetmiştim. RIO dahilindeki grupların çoğu müzikal anlamda, diğer janralar ile kıyaslandığında,  Canterbury’e daha yakın dururlar. En önemli örnek “Henry Cow”’dur.  

Yukarıdakiler dışında, tarzın önemli gruplarına ek olarak, “Egg”, “Cahoots”, “Centipede”, “Supersister”, “Khan”, “Steve Hillage”(İngiltere) “Moving Gelatine Plates”(Fransa) ve Zyma (Almanya) gösterilebilir.

25 Nisan 2012 Çarşamba

Robert Wyatt


Henüz bahsetmediğim janralardan belki de en önemlisi olan Canterbury’ye geçmeden önce kurucu üstadı Robert Wyatt’tan ve onun hikayesinden bahsetmek istedim.

60 ve 70’lerin Psychedelia ve Progressive dönemlerinin öncü ülkesi olarak kabul edilen İngiltere’ye bu ünvanı kazanmayı hak ettiren vatandaşlarından biridir Wyatt...

60’ların başında kurulan “The Yardbirds” gibi yine 60’larda kurulan “Wilde Flowers”da sonrasinda daha büyük puntolara terfi edecek birçok grubun ve müzisyenin uğrak yeri olmuştur. Eric Clapton, Jeff Beck, Jimmy Page Yardbirds okulundan mezun olduktan sonra daha büyük bir kariyere terfi ettiler.Wilde Flowers’da  Canterbury ekolünün en önemli üyeleri “Soft Machine” ve “Caravan”’ın temelini oluşturdu. Robert Wyatt’ta bu ayrımın Soft Machine tarafında duran davulcusu ve belki de en önemli ismiydi.

Çok başarılı geçen Soft Machine macerasını noktalayan Wyatt, ilk solo albümünü çıkardı ve gruptan ayrıldı. Pek bilinmese de Pink Floyd’un kurucusu Syd Barrett’ın 3 solo albümünden biri olan “Madcap Laughs” da davul çalmıştır. bir süre ünlü fusion grubu olan “Centipede” nin konser turnesinde boy gösterse de sonrasında “Matching Mole” u kurdu. Dönemin ve günümüzün en önemli fusion gruplarından biri olan Matching Mole’u yaşadığı bir kaza sonrasında bıraktı. 1973’te Bir ev partisinde 4. Kattan aşağı düştü ve omuriliğini kırarak sakat kaldı. Dönemin öncülerinden birinin nerdeyse 1 yılını hastane de geçirecek ve tekerlekli sandalyeye mahkum kalacak olması kolay kabul edilebilir bir durum değildi. Ancak ressam olan eşi ve müzik dünyası onu yalnız bırakmadı. Pink Floyd onun yararın 2 konser verdi. Rock in Opposition (RIO) akımının öncülerinden Henry Cow, Mike Oldfield gibi müzisyenler ona destek vererek hastanede müziğe döndürdüler. Kim bilebilirdi bu dönüş ile çıkacak olan “Rock Bottom” albümü Wyatt’ın kariyerinin  belki de en önemli albümü olacağını... “Rock Bottom” rock dünyasının en “kişisel” albümü olarak kabul görür.  

Ayaklarını kullanamadığı için davul çalmayan Wyatt, tuşlu çalgılara ve önceki gruplarında da tecrübeli olduğu vokal’e ağırlık verdi. Yeniden hayata dönen Robert Wyatt sonraki dönemde  birçok müzisyen ve grup ile sayısız projeye imza atmıştır. Çalıştığı müziyen ve gruplardan bazıları: David Gilmore, Michael Mantler, Brian Eno, Hatfield & North, Nick Mason, Björk...

İngiltere’nin yetiştirdiği en önemli müzisyenlerden biri olan Robert Wyatt biz de yeterince tanınmasa da dünyada önemli bir yere sahiptir. Davulcu iken yaşadığı kaza onu multi enstrümantalist( gitar, piyano, bas gitar, trampet...) biri haline getirdi, üretkenliğini arttırdı. Ne kadar önemli bir müzisyen olduğunu bir defa daha gösterdi. Ne şanslıyız ki halen hayatta ve halen müziğin içinde...


5 Nisan 2012 Perşembe

Kusursuz!!!!

Farkediyor musunuz? müzikte herşey mükemmel, kusursuz olma yönünde ilerliyor. Bahsettiğim "kuzursuzluk" veya "mükemmellik" müzikal anlamda değil, prodüksiyon, kayıt, klip çelimi, fiziksel görüntü...vb. anlamında...

Herşey "olması gerektiği" gibi...Sonrasında çekilen klipler de buna dahil. Sanki yazılı olmayan bir kanun , bir el kitabı var ...çıkan herkeste bu şişme havuza şnorkelle dalış yapıyor..En ufak bir hata bulamazsınız çünkü yeterince tekrar ve oynama yapılıyor. Davul deri gerginliği olması gerektiği gibi; ghost note'lar, rim shot'lar çok net; gitar çınlaması hiç yok; hatasız sololar; sekmeyen ve yine hatasız twin pedal kullanımı; zor geçişler....

Haliyle grubun albümde çıkardığı iş grubun ortalama müziğinden çok çok daha iyi. Bu yüzden birçoğunun konser performansı albümlerinin gerisinde kalmakta. Bu makyajlama değil  de nedir? Evet içindeki aynı kişi ama boya var üstte..

Doğallığa, emprovizasyona, yaratıcılığa ne oldu?  Kırıntıları halen var ama derinlerde ve gözden çok uzakta.
Yüzeye çıkmasını isteyen de pek yok gibi...

Kısaca "hata" tahammülü hiç yok. bazen bu tahammülsüzlük  doğallıktan ve kaliteden de feragat etmeyi beraberinde getiriyor. Kusursuz görünme isteği hem müzikte hem de kliplerde çok belirgin. Albüm için yapılan fotoğraf çekimleri de pek farklı değil...garip bir karizma halinin yanında, kusursuz ışık, özel tasarım kıyafetler, kusursuz makyaj....vs. doğallık burda da yok...Müziğin "madde" ye dönüştüğü andır bu...

Neden bir hayran kitlesine sahip olan, müzikal gelişimden ziyade "kusursuz" olma yolunda ilerler? Yine iş dönüyor dolaşıyor görüntüye geliyor. şimdi daha çok müzik yapılıyor ama bunun daha iyi müzik olduğu şüpheli...


27 Mart 2012 Salı

Hoelderlin - Hoelderlin's Traum


İsmini Alman şair Freidrich Hoelderlin’den alan Alman grubun hikayesi aslında Hollanda’da başlıyor. Christian von Grumbkow ve sonradan eşi olacak Nanny De Ruig, Hollanda Kraliyet Akademisinde eğitim görmekteydiler. Bu birliktelik, Christian’ın kardeşi Joachim ile beraber Hoelderlin’in temelini oluşturmuş oldu. Gitarda Christian; Vokalde Nanny; Çello, Piyano, Mellotron ve Akustik Gitar’da Joachim’e, davul’da Michael Bruchmann; Bass’ta Peter Käseberg ve Keman, Viola, Flüt ve Piyano’da Christoph Noppeney’in katılmasıyla grup oluştu.

Canlı performansları Prodüktör Rolf-Ulrich Kaiser’in dikkatini çekince ilk albüm tekliflerini almış oldular.   

Hoelderlin’s Traum, 1972 yılında yayınlandı ve oldukça büyük başarı sağladı. Alman müzik yelpazesinde Folk progressive alanında önemli bir yere sahip oldular. Bunda Nanny’nin etkileyici sesi ve keman-Çello-Flüt uyumunun etkisi oldukça fazladır.

 Müziklerinde İskandinav ve İngiliz Folk gruplarının etkisi net olarak hissedilmektedir. Neo Klasisizm akımının müzik tarafına konumlandırabileceğimiz albümde,  “Requiem für Einen Wicht” albümün en popüler olmuş şarkısıdır. Şarkının konusu Düşünen ve doğal olarak (!!) suç işlemiş olan bir cücenin kral tarafından cezalandırılışıdır. (Şarkının Youtube’da bir klibi vardır). Albümün son şarkısı “Traum” müzikal anlamda doruk noktasına çıktıkları çok başarılı bir final sahnesi sunar.  

Bu albüm ile beraber grup uzun ve başarılı bir konser turnesine çıkar ve ününü iyice pekiştirir. Ancak, hamileliği ve turne stresi Moda tasarım eğitimi almış olan Nanny’nin grubu bırakmasını gerektirecektir.  Resime döner ve halen kendisi bir ressamdır. Aynı şekilde ressam olan  Christian’da 2-3 albüm sonra grubu bırakacaktır.
Grup sonraki yıllarda tarzını biraz değiştirmiş (Fusion etkisi belirgindir)  ve sırasıyla 1975’te Hoelderin,  1976’da Clowns and Clouds, 1977 Rare Birds, 1978 Live Traumstadt, 1979 New faces, 1981 fata Morgana albümlerini çıkarttıktan sonra müziklerine 2007 ‘de çıkardıkları “Eight” albümüne kadar ara verdiler.
Hoelderlin’s Traum Folk Progressive sevenler için kaçırımayacak bir albümdür. Hoelderllin ise baş tacı... 

11 Mart 2012 Pazar

8-Zeuhl


Enteresan alt kültürlerden biri de “Zeuhl”’dür. Bu kelime, Christian Vender adında bir Fransız tarafından keşfedilen “Kobaïan” dilinde “Göksel, Kutsal” anlamını taşımaktadır.

Vander, klasik müzik eğitimi almış bir Fransız davulcudur.  1970’lerin başında Magma adlı grubu kurmuş ve  grup ile yaptığı müzik, Progressive Rock literatüründe “Zeuhl” adı altında bir alt janra olarak kendine yer bulmuştur.


Daha öncede bahsettiğim gibi birçok  grubun müziğini tanımlamakta tek bir janra yeterli değildir. Ama yine de en ağır basan türün altında değerlendirilmişlerdir. Magma için bu durum biraz farklı. Diğer janraların aksine burada bahsi geçen aslında tek bir gruptur.  

Magma’nın yaptığı müzik diğer janralar ile tanımlanamamasından dolayı, temelinde belli bir toplumsal kültür, yaşanmışlık, gençlik hareketi yatmasa da, farklı bir başlığa hak kazanmıştır. Bu yüzden irdelenecek müzik sadece Magma müziğidir.  Tüm bunlar grubu tüm zamanların en önemli gruplarından biri yapmaya yetmiştir.

Magma müziği Jazz, minimalizim, neoklasisizm ve avant-garde fikirlerin koro, bakır üflemeli çalgılar ve temel rock enstrümanları (fender rhodes, davul..) harmanlanmıştır.  Vokal bölümlerinde Kobaian dili kullanılmıştır.


Tarzdan etkilenen grupların sayısı diğer alt kültürlere göre azdır. Çoğunluk yine Fransa’dandır. Fransa’dan sonra en önemli ülkenin Japonya olması ilginçtir.

Magma dışında tarzın önemli grupları arasında: Dün, Zao, Eskaton, Weidorje, Potemkine (Fransa) , Koenjihyakkei, Happy Family, Bondage Fruit (Japonya), Arkham, Lagger Blues Machine  (Belçika),  Universal Totem Orchestra...sayılabilir.

13 Şubat 2012 Pazartesi

My Childhood


Sanırım ilkokul 2 veya 3, TRT2’nin yayın hayatına başladığı bizim de ailece bu durumu kutladığımız günlerdi.  Yavaş yavaş müzik seçmeye, dinlediklerimi beynimde ayrıştırmaya başladığım günler...sonradan öğrenecektim ki hastalığın başladığı günlermiş o vakitler...duyduğu herhangi bir şeyi unut(a)mama hastalığı...

Ciddi kötü bir hafızaya sahip olsam da ömrüm boyunca kulağım bu durumu reddetti. Aksi gibi o da duyduğunu kaydetti sürekli. Bu durum, güzel gibi dursa da bir süre sonra duyduğum bir şarkı “dur lan bu şeye benziyor..” diyip gözümü seyirten bir hal aldı. Bulana kadar kafamda yüzlerce şarkı dinleyip dururum.  

Gençliğimi zehir eden şarkılar hala kafamda geziyor. Atamıyorum bir türlü...”ballı lokma tatlısı aman hadi hayırlısı..” ya iyide ben bu şarkıları dinlemedim ki sadece maruz kaldım. “barda durur barmen minik şişe elinde....”

Neyse, ablam kolejde bende ilkokulda olmamdan dolayı eve ondan 3 saat gibi erken gelme şansım olurdu. Bu vakti odasına girip evimizdeki tek teyp çaların bulunduğu sehpanın yanında, ablamın radyodan kaydettiği şarkıları dinleyerek geçirirdim. Genelde de grubun/müzisyenin ve şarkının ismi programcı tarafından verilirdi. Ablam da sıkıldıkça kasetlerin üzerine tekrar kayıt yapardı.

Bir gün ablamın odasında yine tek kişilik müzik günü yaparken bir şarkı dinledim... Fena vurulmuştum...hem de çok fena. Çok etkilenmiştim. Ablam kaydederken şarkının ve grubun isminin söylendiği bölümü es geçmişti. Kendisine de dinletiyorum ama o da bilmiyordu...”the childhood...”

Birkaç gün sonra babamın  araba ile yaptığı günübirlik yolculuğa nedense bende dahil oldum. Onlar 2 arkadaş önde sohbet edip devam ederken bende aşık olduğum şarkıyı walkman de dinliyordum. Sürekli dinliyordum...başa (rew) alma teknolojisi henüz yok ken kaseti ters çecvirip ileri alıyor, bu sayede  öbür taraf için tekrar başa almış oluyordum. Kaç saat hatırlamıyorum ama paso o şarkıyı dinlemiştim. Uzunca bir şarkıydı...Hayal kurup duruyordum...

Eve döndükten sonra kaseti ablama geri verdim ama B yüzünü silmemesini özelllikle istemiştim. Olmadı...silindi gitti birkaç güne...”dın dın dın dın dın, dın dıııınnnnn”... melodi kaldı beynimde..

Üniversite 2 deyim gece içmiş bir halde eve geldim. Sonradan bıraktığım ancak o vakit alışkanlığım olan televizyonu açtım. Maksat bikaç kanal gezinip uyumak...2 dakika sonra ayıldım. Bir grup vardı ve vokalistin sesi aynı o küçüklüğümdeki sesti...şarkı aynı değildi ama ses oydu...kesinlikle oydu...isimlerini de öğrendim.

Hemen ertesi sabah Tunalı caddesinde cd aldığım “shades” dükkanına gittim. Süleyman abiye durumu açıkladım. Dedim ki grubun adı “Marillon”. Zaten kendisi müzik zevkimi bilir ve bana cd tavsiyelerinde bulunurdu. Marillon da benim kapsama girermiş, severmişim...Bu arada vokalistin adı “Fish” miş. Sonradan bilinen bir figür olduğunu öğrenecektim.

Fugazi albümünü alıp eve gittim. Güzel bir albüm ama benim şarkı yok. 2 gün sonra bir daha gittim. Bu sefer “misplaced childhood” u aldım. Oydu işte! ...En güzeli de o şarkı girdiğinde evde yanlız olmamdı. “Blind Curve” müş...   

Müzik insanda iz bırakır. Hayatına anlam katar; güzel kötü anılar katar. Sen de dilediğini hatırlarsın...

“the childhood, the childhood oh please give it back to me...”

7- Crossover Progressive



Daha önce de belirttiğim gibi bazı grupları açıklamakta tek bir janra yeterli değildir. Dönemin gençlerinin  hayata bakışı, dünyanın içerisinde bulunduğu kültürel ve ekonomik gelişimler aynı müzik ağacının farklı dallara sahip olmasına yol açtı. Doğal olarak bu dalların ayrışımı ve birbirleri ile olan girift ilişkilerini açıklamak çoğu zaman pekte kolay olmamaktadır.

Crossover prog, genel olarak Progressive Rock müziğin popüler (pop) müziğe yakın duran tarafı olarak kabul edilir. Farklı ve yaratıcı fikirler diğer çoğu alt kültür’de olduğu gibi burada da mevcuttur. Ancak şarkılar diğer akrabalarına kıyasla daha kısadır. Müzik genel olarak “easy listening” dir. 

Diğer janraların aksine keskin geçişler, deneysellik, emprovizasyon burada pek görülmez. İlginç başka bir detay ise Roger Waters, Richard  Wright, Peter Gabriel,  Keith Emerson gibi janra’lara isim babası yapmış çok önemli müzisyenlerin solo albümleri crossover’a yakın durur.

Moody Blues, Supertramp, Goliath,Aardvark gibi İngiliz gruplar türün öncüleridir.   
Titus Groan, Barclay James Harvest, Mike Oldfield(ingiltere);  Dice, Nine days Wonder(Almanya); Paatos, Zello (İsveç); Pavlov’s Dog (USA); Gazpacho (Norveç); Lebowski (Polonya)...vb. akla gelen önemli crossover progressive gruparıdır.

9 Şubat 2012 Perşembe

6 – Folk Progressive

Janra'lara devam...
Üllkeleri ve kültürleri ”birey” olarak algılarsak en  kişisel alt kültürlerden biridir. Rock müziğin temelindeki protest mantık burada da görülür. En azından bu alt kültürün doğuşu sırasında.

Folk ezgilerin rock müzik ile yorumlanışını 3 dönemde inceleyebiliriz. Psychedelia öncesi, Psychedelic dönem ve Progressive dönem.

Her ne kadar bunun için daha eskilere gitmek gerekse de yazıyı çok uzatmamak adına biraz daha yakın tarih ile başlamak daha iyi olacak sanırım. Amerika’da Pete Seeger, Joan Baez ve Bob Dylan, İngiltere’de Ewan Mccoll gibi müzisyenler  politik tepkilerini Folk müzik ile yorumladılar. Müzikleri çoğunlukla akustikti.  Psychedelia döneminin dünyayı domine etmesiyle beraber folk fikirler rock müzik içerisinde akustik kimliğini değiştirmeye başladı.  Öncüler dediğimiz isimler ağırlıkla  Country’e yakın tarzda kalırken, Amerika’da The Byrds, Pearl’s Before Swine, Grateful  Dead, Quicksilver Messanger Service İngiltere’de Strawbs, Pentangle, Fairport Convention gibi gruplar folk fikirleri Psychedelia dönemine başarıyla uyarladılar.

Psychedelia-Progressive geçiş dönemi ile birlikte Folk fikirler tüm diğer alt kültürlerde görüleceği üzere süratle dünyaya yayıldı. Birçok ülke gerek kendi gerek ithal halk ezgilerini melodilerini anlayışlarını hippi kıyafetinde dönemin müziği ile yorumlamaya başladılar. Her kültürün kendine özgü  tarihi ve sanat anlayışı olmasından dolayı yerel rock gruplarının elinde, hem enstrüman hem de fikir anlamında, çok fazla materyal  vardı. Buna en yakın örnek  “Saz”ın bir folk grubu olan Moğollar tarafından Dünya Rock müzik envanterine katılan bir enstrüman olmasıdır.

Türe katkı yapan ülkelere değinecek olursak:
a)      Almanya
70’lerin Avrupa’sın da en aktif ve tartışmasız en renkli müzik kültürüne sahip ülkelerin başında gelir. Krautrock’ın anavatanında diğer birçok alt kültürün çok başarılı örneklerini  görürüz. Folk’da bunlardan biridir. Hölederin, Bröselmaschine, Carol of Harvest, Emtidi, Ougenweide, Wıtthüser & Westrupp...önemli gruplardan bazılarıdır.

b)      İngiltere
Progressive müziğin ve birçoğunun temelleri atılmış olan ülkedir. Comus, Amazing Blondel, Pentangle, Spirogyra, Strawbs, Incredible String Band...başlıca gruplardır. (Comus’un First Utterance albümüne ayrıca değineceğim)

c)       İskandinavya
Kebnekaise, Handgjort, Forenıngen tıl lıvets Beskyttelse, Gjallarhorn, Ragnarök, Furekaben,Grovjobb, Kerrs Pink...bölgenin başıca gruplarıdır.

d)      İspanya
Derin bir kültür zenginliğine sahip İspanya’da dönemin genç müzisyenlerini etkileyen en önemli türlerden biridir. Triana, Itıoz, Ibio, Azahar, Amarok, Haizea...ülkenin başlıca gruplarındandır.

e)      Diğer
Los Jaivas (Şili), Moğollar (Türkiye), Phoenix (Romanya), Tim Buckley (USA), Canzoniere Del lazio (İtalya), Flairck (Hollanda), Zartong (Ermenistan)



8 Ocak 2012 Pazar

Kalite

Toplumsal gelişim ne demek? bu benim kafamı kurcalayan, tam anlamı ile bir şablona oturtamadığım bir konu. Ne anlamda gelişmek? Acaba yılların geçiyor olması, teknolojik ilerleme toplumun gelişmesi anlamına mı geliyor.? 

Bu açıdan düşünürsek cevap hayır. Kendi hayatımızda bile bunu gözlemlememiz çok kolay. Artık futbol maçları eşit sayıda rakip taraftarlar önünde oynanmıyor. Rakip taraftar kadar polis eşliğinde oynanıyor. Tarihi binalardaki mimari zevk artık yeni binalarda yok. Basitlik, nefret ...vs. daha egemen hayatımzda. 

Belki uzak mesafeleri teknoloji ile kısalttık. Sokakta oynadığımız oyunların simulasyonunu evimizde bilgisayarda oynuyoruz. insanlar ile birebir fiziksel ilişki kurmadan komünikasyon kurabiliyoruz. istediğimiz yemek bir telefon uzağımızda, yanındada dvd geliyor hem de. 

Peki ya kalite? her geçen gün daha çok yerin dibine geçiyor. Bakın çevrenize. kalite namında ne kaldı. genetiğimiz kalitesizliği kabul eder bir hale geldi. kabullenmişiz bir kere...mutasyon sürecimizde ileri giderken insani anlamda geriliyoruz hergün. Farklı bir mutasyon süreci içindeyiz.

Tüm bu nefret basitlik, kalitesiliğin belkide en önemli sebebi yabineleşmemiz. Duygularımız yalnızlaştıkça ortaya primitif insan modelini doğurmakta. ilişkilerimiz dijitalleştikçe, hislerimiz de o yönde kurumakta. Etrafımızda kalite düştükçe bizim bakış açımız da, hayatımız da, zevklermiz de, hatta kişiliğimizde bu döngüye kapılıp gitmekte...

Müziğin ve diğer sanat dallarının bu mutasyondan hasarsız çıkması düşünülemez. Bu dallar "Sanat" olmaktan çıkıp "eğlence" olmakta, sıradanlaşmakta. Kavram anlamını, değerini yitirmekte. Rahmetli Bahadır Akkuzu'nun bir cümlesi vardır. "Ben müzik dinlerken kitap okumam, okurken de müzik dinlemem  çünkü her birine hak ettiği değeri vermek isterim, hepsini yaşamak isterim" 

Saygı ve değer bilmek ancak "o" kapasiteye ulaşabilen kişilerce anlaşılabilir. Bu kişilerin sayısı azaldıkça imkanlarımız artsa dahi algımız kalitesizliğe daha derin saplanacaktır.  

5 Ocak 2012 Perşembe

Dom - Edge of Time (1970)

 Janralara ufak bi ara…
Hani hep hayaldir ya bizler için 70’lerdeki heriflerin kafası. Ne derseniz diyin beatnik, hippi, flower people…her ne kafası ise o aslında tüm toplumun kafasıydı. Kullandıkları o eski enstrümanlar, ayarsız davuldan gelen ses, kayıt esnasında arkadan gelen konuşma sesleri bu kafanın yaptıklarını hep “doğal” kıldı.  Şimdi olsa döverler adamı…İyi de zaten şimdi de kafa öyle değil…ayakları yere basan bir hali var bugün…

Dom, 60 sonlarında Macar kökenli Baskay karedeşlerin öncülüğünde Dusseldorf’ta kurulmuştur. Alman Kraut algısını güçlendiren önemli gruplardan biridir. o “kafa” yı en derinden yaşatır. “Comus” gibi girişi olan Goblin, Pink Floyd, Cluster, Tangerine Dream tadında, klavye flüt dominasyonunda ilerleyen, rahatsız eden, huzur veren, korkutan, merak ettiren, space, trippy, acid, kraut ve de  kaotik bir album… Zaten 2 gün süren acid tribine “Dom” denir.  Bu grubun müziğine isim koyarken zorlanmadıkları ortada. Sizinde albümü dinledikten sonra benim gibi kayıtların 2 günde tamamlandığı yönünde ciddi şüpheleriniz oluşacak.

Başı da bir sonuda bir her tarafı eşit güzellikte bir album. Ayırmak gibi olmasın ama “Edge of Time” sanki biraz daha eşit…hele kapakta sözleri olan pasaja geçiş…çoklu kişilğin algıda kırılımı…flüt ile tamiri…

Tür açısından bakarsak Alman Kraut akımının ciddi etkileri görülür. Klavye müziğin öncü enstrümanıdır. Flüt ve perküsyon ile desteklenir. Klavye kullanımı  ve trip fikirler tarz olarak Space Progressive’i andırsa da tek bir janra müziklerini ifade etmeye yetmez. Saçma olacak ama: biraz Hoelderlin, Cluster ve Pink Floyd, az biraz Goblin ama has ve has DOM…

Kolay dinlenemeyen bir albüm. Her ortamda gitmez. Sokakta ağzında mırıldanamazsın. Sevgiliye atfedemezsin. Herkese dinletemezsin...Kendine özel saklayabileceğin, kendinle paylaşabileceğin bir albüm...

19 Aralık 2011 Pazartesi

5-Rock in Opposition

Her ne kadar bir tür olarak Kabul edilse de RIO, müzikal anlamda progressive dünyaya bir farklılık getirmemiştir. 1978 yılında İngiltere’de düzenlenen bir festivalin adıdır.

Birçok yerde Avant-Garde grubu olarak bilinen Henry Cow, Avrupa’da ciddi bir fan kitlesine sahip olmasına rağmen, müzik firmalarının album yapmaya yanaşmamalarından ve onlara yeterince ilgi göstermemelerinden dolayı bu durumu protesto amaçlı bir festival düzenler. Bu festival kendileri gibi dışlanan 4 grubu- İsveç’ten Sammla Mammas Manna, Fransa’dan Etron Fou Leloublan, Belçika’dan Univers Zero ve İtalya’dan Stormy Six- dahil eder. Gerçekten de ciddi anlamda ilgi çekmeyi başarırlar.

Art Zoyd ve Aksak Maboul un katılımları ile 2. Festival 1979 yılında İtalya’da Stormy Six önderliğinde, 3. Festival yine aynı yılda Sammla Mammas Manna önderliğinde İsveç’te yapıldı. Kadro yine bu 7 gruptan oluşuyordu ( Dağılan Henry Cow, Art Bears olarak bu festivallere katıldı.)

2000’li yılların sonlarına doğru Fransa’da aynı ruhu taşıyan 2 festival daha yapıldı. Katılan grupların ortak noktaları: Avant Garde olmaları ve müzik endüstrisine karşı olmaları idi.

Önemli katılımcılar: Faust (Almanya), 5uu’s ve Thinking plague(Amerika) , Zao ve Magma (Fransa), Gong (Multi)…idi.

4-Space Rock


Uçma düşüncesi insanoğlunun varoluşundan bu yana en büyük hayallerinden biridir. Bu hayal 70 lerin sınırları zorlayan anlayışı, uyuşturucunun etkisiyle müziğe bolca yansıtılmıştır.
Her ne kadar Space akımın ilk izleri 1959 yılında John Meek’in “I hear a new World” albümü  ile görülse de, esas çıkış Psychedelic Müziğin dominant olduğu 60’ların ikinci yarısında görülür. John Meek albümünde bir nevi uzay yarışından bahseder ve insanoğlunun uzaylılar ile buluşmasını konu alır. 1966 yılında Syd Barrett önderliğindeki Pink Floyd “The Piper at the Gates of Dawn” albümünü çıkarır. Albümde Psychedelic ögeler ağır bassa da diğer gruplarına nazaran müziklerinde farklı temalar görülmektedir. Grup daha sonra ki albümlerinde, Syd Barrett etkisinin azalması ile, tarzını iyice kemikleştirmiş ve Space Rock olarak adlandırılmışlardır. Pink Floyd bu türün tartışmasız en önde gelen grubu olmuştur.
Müzikte en temel görülen olgu synthesizer/klavye kullanımıdır. Birçok alt kültürde olduğu gibi uzun pasajlar ve emprovizasyon burada da görülür. Echo lu gitar kullanımı ve repetitif ritimlere sıkça rastlanır. Diğer bazı tarzlara göre vokal kullanmı biraz daha fazladır. Bilim kurgu, Uzay, Kozmik evren temaları hem sözlere hemde müziğe yansıtılmıştır. Genel yapısı itibarı ile heavy ve özellikle de Psychedelic türlere yakın durur.
>(NOT: Zaten bazı otoriteler Psychedelic ve Space müziği iç içe tanımlarlar. Bunun bir başka nedeni de bu iki türü iç içe geçiren, üst üste çıkardıkları albümlerdeki farklılıklar gösterilebilir. Ancak tüm bu iç içeliğe rağmen müzikal anlayışlarda yadsınamayacak farklılıklar vardır. Bu yüzden burada bu türleri ayırmak çok daha doğru olacaktır.)
Ülkelere bakacak olursak:
a) İngiltere
Akımın öncü ülkesidir. Rock müzik tarihinin en önemli gruplarından olan Pink Floyd’un “The Piper at the Gates of Dawn” albümü ile resmen kültür doğmuş kabul edilir. Türün önemli gruplarından biride Hawkwind’dir. “Warrior on the Edge of Time” albümleri başyapıtlar arasındadır. 1973 yılında çıkardıkları “Space Ritual” albümü bilim kurgu roman yazarı M.Moorcock ile yaptıkları çalışmaların neticesinde ortaya çıkmıştır. Daevid Allen’ın önderliğindeki Gong da türün en önde gelen gruplarındandır.
Önemli bazı gruplar: Arzachel, Ozric Tantacles,Camel, Jade Warrior... ülkenin önemli space gruplarıdır.
b) Almanya
Krautrock’ın Psychedelic dönemden etkilendiği düşünüldüğünde Space Rock’a uzak kalmaları  mümkün değildir.” Dom” gibi bu 2 türün iç içe geçtiği birçok örnek vardır. Ancak şunu söylemek gerekir ki Alman gruplarının çoğu farklı tarzda müzik yapsada bir şekilde Kraut akımın izleri görülmektedir. “Eloy” ülkenin bu tarzda yetişen en önemli grubu kabul edilir. Octopus,Sula Bassana, Message , Ivory adı sayılabilecek diğer gruplardır.
c) İskandinavya
Özellikle başta İsveç olmak üzere birçok kaliteli grup çıkarmışlardır. Radiömöbel, Algarnas Tradgard, Bland Bladen,Kontinuerlig Drift (İsveç),Alrune Rod, Day of Phoenix, Fleur De Lis, (Danimarka), Circle (Finlandiya)
d) Diğer
Space akım özellikle 70’lerin Avrupa’sında oldukça yaygın bir kültürdü. Igra Staklenih Perli, Tako (Yugoslavya), Agamemnon (İsviçre),    Cosmic Factory, Far East Fmily Band (Japonya), PLJ Band, Four Levels of Existence (Yunanistan), Mess (Estonia), Ragnarök (Yeni Zelanda)

8 Temmuz 2011 Cuma

3-Jazz Rock (Fusion)

“Fusion” kelime olarak birleşmeyi temsil eder. Müzikteki füzyon, Rock Kültürü ile Jazz kültürünün birleşiminden doğan bir ekoldür. Genelde tarzı yansıtan grupların müzisyenleri Jazz eğitimlidir. Gruplar özellikle Miles Davis, John Coltrane gibi büyük Jazz ustalarından hayli etkilenmişlerdir. Jazz eğitimli gençlerin, Beat kuşağının temellerini attığı Psychedelia ve Progressive yıllarında değişen müzik kültürüne adapte olmasıdır aslında Fusion…Jazz temelinde Hippi-Rocker gençliğin müziğidir. Bu yüzden iyi bir Fusion müziği her iki kültürü iyi benimsemiş gruplar yapabilmiştir.
Özellikle 70’lerin ikinci yarısında müziğini olgunlaştıran gruplarda sıkça Fusion’a kayma gözlemlenmiştir. Üstteki satırlarda da belirttiğim gibi, bu durumu Fusion’ın belli bir birikim ve altyapı gerektiren bir yapısı olması ile açıklanabilir. Her ne kadar tüm müzik türlerinin icrası belli zorluklar içerse de, tüm bunlar göz önüne alındığında, Fusion kültürü bu konuda diğerlerinden biraz ayrılmaktadır.
Birçok grupta klasik enstrümlar bulunmakta, müziklerinde özellikle Saksafon, Flüt veya Keman kullanılamakdır. Uzun emprovize pasajların yanısıra, Rock müziğinde etkisi ile şarkılarda süpriz  iniş- çıkışlara sıkça rastlanmaktadır.
Ülkelere bakacak olursak:
a) İtalya:
Her ne kadar ülkede senfonik müzik hakim olsada, İtalya’da çok önemli fusion gruplar mevcuttur. Örnek verecek olursak: Quella Vecchia Locanda,Perigeo ve Aera başı çeken gruplardır.
b) Almanya
Çok yönlü Alman Progressive dünyası, Jazz-Rock birleşmesinden , gerek Doğu gerek Batı Almanya da çok önemli grupları beraberinde getirmiştir. Zaten Krautrock temalı müziğin ardından grupların yöneldiği en önemli kültür Fusion’dır. Hatta Embryo, Guru Guru, Alcatraz... gibi çok önemli gruplar belli bir dönemden sonra bu türe yönelmişlerdir. Önemli bazı gruplar: Embryo, Out of Focus, Aera, Klaus Doldinger’s Passport, Missus Beastly, Wolfgang Dauner(Et Cetera), Hanuman(Lied Des Teufels)..sayılabilir.
c) İskandinavya
İskandinavya, müziği ile İsveç’in başını çektiği ,70’lere damgasını vuran önemli bir bölgedir. Tıpkı İtalyan Senfonik ekolü gibi birçok otorite tarafından Progressive Müziğin bir alt kültürü (tıpkı Fusion, Senfonik, Krautrock...gibi) olarak görülmektedir.
Önemli bazı gruplar: Flasket Brinner, Piirpauke, Berits Halsband,Algarnas Tradgard, Archimedus Badkar...sayılabilir.
d) İngiltere
Birçok ekolde olduğu gibi İngilizler bu tarzın da önder ülkelerinden biridir. Diğer kültürlerin aksine bu kültürde nispeten daha az grupları mevcuttur. Ancak yine de müzik dünyasının önde gelen grupları/müzisyenleri yine İngilizdir.Gruplar kadar bireysel müzisyenlerin de çalışmalarına sıkça rastlanır.
Önemli bazı gruplar/müzisyenler: Mahavishnu Orchestra (Her ne kadar grubun başını John Mclaughlin çeksede, grupta birçok ülkeden müzisyen bulunmaktadır) Brand X, Fusion Orchestra, Soft Machine, Centipede, Hugh Hopper, Elton Dean...

8 Haziran 2011 Çarşamba

2-Symphonic Progressive Rock

Müzik severler tarafından en çok sevilen alt kültürlerin başında gelmektedir. Genelde birçok grup bu tarz altında tanımlanmaktadır. Keman ve Flütün başını çektiği klasik enstrümanlar sıkça kullanılmaktadır. Rock ve Klasik müzik motiflerinin iç içe geçtiği Uzun müzikal/enstrümantal pasajların olduğu, melodik bir müzikal altyapı mevcuttur. Gitar, Bas ve Baterinin yanında Klavye de birçok grubun müziğinde bulunmaktadır.
Senfonik müzik ülkelere ve kültürlere göre de değişkenlik gösterir. Ülkelerin kendi ekonomik koşulları, müzik anlayışları, kültürleri, yaşam tarzları, zevkleri bu farklılığın en önemli nedenleridir. Senfonik müzik de yapısı gereği bazı diğer alt kültürlerle sıkça kesişmektedir. Bu tarz müzik yapan gruplar genelde Hard Rock, Fusion (jazz rock) Folk ve Psychedelic diyarlara yakın hareket etmişler hatta bazen müzikal kariyerleri boyunca bu tarzlara geçiş dahi yapmışlardır. 69 sonu 70 başında başlayan akım, en popular dönemini 70’lerin ilk yarısında yaşamıştır. Bu tarihten sonra popülerliğini ağırlıklı olarak Fusion’a bırakmıştır. Bu kadar fazla grubun olduğu bir kültürü ülke bazlı incelemek daha doğru olacaktır.
a) İtalyan Senfonik Progressive
Türün beşiği olmasalarda, tarzı  en özgün yansıtan ekol ülkelerden biridir. Zamanın müzik endüstri koşulları gereği birçok grup kariyerleri boyunca sadece 1 albüm yapabilme şansı bulmuştur. Yapıldığı yıllarda olmasada sonraki dönemlerde değerleri daha çok anlaşılmıştır.
Senfonik kültürün temel yapısı  üzerinde hareket etselerde, kendilerine özgü anlayışı  müziğe başarı ile yerleştirmişlerdir. Müzikleri ağırlıklı olarak Fusion’a yakın durur.   Zamanın modası olan, politik görüşün müzik içerisine yerleştirilmesi İtalyanlar içinde hayli geçerli bir durumdur.
En önemli gruplar arasında: PFM, Locanda Delle Fate, Biglietto Per’l Inferno, Banco Del Mutuo Soccorso,Le Orme, Osanna, Campo Di Marte, Museo Rosenbach, Semiramis...gösterilebilir.
(Daha önceki yazılarımda İtalyan senfoniğinden detaylı olarak bahsetmiştim)
b) İngiliz Senfonik Progressive
İngilizler genel olarak tarzın öncü  ülkesidir. Grupların birçoğu dünya genelinde büyük başarılar elde etmişlerdir. İtalyanların aksine daha çok albüm çıkarma şansları olmuş ve zaman içerisinde belirgin bir biçimde tarzlarında sapmalar göstermişlerdir
En önemli gruplar arasında: King Crimson, Yes, Genesis, Van Der Graaf Generator,ELP,Esperanto, Gentle Giant...gösterilebilir.
c) Alman Senfonik Progressive
Tüm Alman müziği “Krautrock”  adı altında birleşsede, senfonik temaları ağır basan önemli gruplar da mevcuttur. Birçok senfonik grup gibi diğer bazı kültürlerle etkileşimde olmuşlardır. Özellikle folk, fusion, krautrock ve space etkileri görülmektedir.
En önemli gruplar arasında: Wallenstein, Out of Focus, Grobschnitt,Novalis,Blackwater Park,Eiliff...gösterilebilir.
d) İspanya Senfonik Progressive
Senfonik müziği kendi anlayışı  ile yorumlayan önemli ekol ülkelerden biridir. Folk ve Fusion etkilere sıkça rastlanır.
En önemli gruplar arasında: Iman Califato Independiente, Triana, Granada, Mezquita....sayılabilir.
e) Diğer
 Tarz, tüm dünya büyük beğeni toplamış ve o dönemde çıkarılan birçok albümün kıvılcımı olmuştur. Fransız Ange, Hollandalı Focus, Danimarkalı Ache, Yunan Aphrodite’s Child, Amerikalı Cathedral, Slovak Collegium Musicum,Belçikalı Flyte, İsveçli Bo Hansson, Portekizli Petrus Castruz, Avusturyalı Rainbow Theatre….aklıma gelen önemli temsilcilerdir… 


24 Mayıs 2011 Salı

1-Proto Prog

Janralara ilk olarak proto progressive’den başlamak gerekir. Daha once Psychedelia döneminden bahsetmiştim. Şimdi yapacağım şey bunu biraz daha süslemek olacak…

60’larda, yani Progressive Rock müziğin henüz tanım kazanmadığı yıllarda farklı fikirler, hayat tarzları…müzikal dönüşümü tetikledi. Birçok grup ortaya çıktı ve herbirinin kendine özgü bir sound’u, bir tarzı vardı. Bu dönemde yapılan müzik Progressive Rock müziğin doğuşunda temel etkenlerin başında kabul edilir. Farklı müzikal yapılar, tematik albümler, uzun pasajlar, rüya ve gerçeklik kokan, korkusuzca yazılan uçuk ve aykırı şarkı sözleri, uyuşturucunun müziğe daha yoğun olarak girmesi, düzen ve savaş karşıtı görüşlerin müziğe fazlaca yansıması gibi başlıklar o dönemin müziğini farklı kılmaktaydı.   

60’lı yıllarda çıkan gruplar veya müzisyenler progressive rock müziğin tam anlamı ile doğduğu yıllardan önce ortaya çıkmışlar ancak geleceğe temel olmuşlardır. Bu yüzden müzik tarzları ve grup yapıları farklı olsada bu gruplar Proto prog başlığı altında toplanmıştır.
Başta İngiltere ve Amerika olmak üzere etkileri tüm dünyada hissedilen grupların başlıcaları: Deep Purple, Pink Floyd, The Doors, Arthur Brown, Janis Joplin, Jimi Hendrix, The Who, Yardbirds,Jefferson Airplane, Beatles, Iron Butterfly, Rolling Stones, Nice, Traffic,Vanilla Fudge, Moody Blues, Frank Zappa, The Kinks, Small Faces, Spirit, The Byrds…gibi grup ve müzisyenlerdir.
,
Burada Deep Purple, Pink Floyd …vb. gibi yazdığım bazı gruplar 70’ler de müzikal kariyerlerine devam etmiş ve daha sonraki yazılarımda değineceğim  üzere farklı janralar altında kabul edilmişlerdir. Burada onların isimlerini yazmamın nedeni 60’larda çıkardıkları albümlerin bu tanım altına girmesidir. Zaten birçok grubun kariyerlerinde çıkardıkları albümler hatta aynı albümdeki şarkılar bile farklı janralardan izler taşımaktadır. Bu yüzden aynı grubu farklı janralar altında görmeniz doğaldır. 

12 Mayıs 2011 Perşembe

Progressive Rock Janra'ları

Janra’lar müzikten doğdu ve  müziği tanımlamak için kullanılırlar. Daha doğrusu müzikal farklılıkları belirtmek için kullanılırlar. Ancak grup bazında bu durum yeterince tatmin edici değildir; özellikle 60 sonları ve 70 lerde müzik yapan gruplar için…

Bir grubu tanımlamak için onlara atfedilen janra zaman içersinde grubun müziğindeki, grup elemanlarındaki değişme ve farklı yönlere eğilimler ile anlamsızlaşabilir. Bu durum çok normaldir çünki o dönemde müzikte deneysellik ve “farklı” boyutlarda gezinmek oldukça popülerdi.  Bu yüzden bir progressive rock grubunu tanımlarken onları genel bir janranın altında tutmak çoğu zaman müzikleri ve zaman içerisinde ki gelişimleri hakkında tam anlamı ile bilgi vermeyecektir.

Aynı okyanusun derinliği birçok noktada farklılık gösterdiği gibi Progressive Rock şemsiyesi altında yapılan müziklerde birbirlerinden çok farklıdır. Janra’lar birer kalıp olarak düşünülürse, enstrümanların oluşturduğu armoni temelinde yapılan müzik bu kalıplara uğrayan sabit olmayan bir olgu olarak kabul edilebilir. Bu yüzden bu kalıpların, yani janraların neler olduğunu bilmek, album hatta şarkı detayına inildiğinde müziği anlatmada veya grupların zaman içindeki değişimlerinin yönünü tanımlamada fikir vermesi açısından önemlidir.

Yeterince tatmin edici değil derken kastettiğim; öyle gruplar var ki onları bu kalıplar ile tanımlamaya çalışmak pekte doğru değil. Fin Haikara, Alman Ejwuusl Wessahqqan…ve daha birçoğunu buna örnek verebilirim.

Janra’lardan bağımsız olarak Progressive Rock’ın ana ülkesi tartışmasız İngiltere’dir. Öncü gruplar King Crimson, Soft Machine, Pink Floyd, Genesis, Emerson Lake & Palmer, Yes, Gentle Giant, Jethro Tull, Van Der Graaf Generator olarak kabul edilmektedir. Durum böyle olunca birçok janra’nın doğuş hikayelerinin temeli İngiltere’dir. Janralara gelecek olursak:
Proto Prog, Jazz-Rock/Fusion, Symphonic Rock, Space Rock, Heavy Progressive,Psychedelic Rock, Italian Symphonic Rock, Krautrock, RIO (rock in opposition), Zeuhl, Folk Progressive, Canterbury, Crossover, neo-progressive…dir.

Bu tanımlar dışında post rock, math rock, kozmigroov, chamber. Indo-fusion,artrock…gibi başlıklar bulmanız mümkündür. Ancak bunlar zaten yazdığım tanımlar içerisinde bir şekilde yer almaktadır veya bana göre progressive rock şemsiyesi altında olmaları çokta anlamlı değildir.

Daha öncede söylediğim gibi müziği tanımlamak oldukça zordur. Hiçbir grup bir diğerinin aynısı değildir.Aynı janra altında olan grupların rekleri birbirlerinden çok farkıdır. Hele ki yaratıcılığın ve farklı fikirlerin havada uçuştuğu 70’lerde…


   

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Progressive Rock

60’larda Rock müziği etrafında bunlar yaşanırken, 1969 yazında Hyde Park’da Rolling Stones’un alt gurubu olarak herkesi müziği ile şaşırtan bir grup sahne aldı. Bu grup King Crimson’dı. Amaçları seyirciyi şaşırtmaktı ve bunu fazlası ile başardılar. Temelleri Michael Giles, Peter Giles ve Robert Fripp’in oluşturduğu Giles, Giles & Fripp grubuna dayanan King Crimson seyirciden aldığı olumlu tepki neticesinde kısa bir süre sonra Psychedelia’nın Progressive Rock’a enkarnasyonunun kabul edilen temel albümü olan “The Court of the Crimson King”i çıkardılar.

Her ne kadar son bir kaç senede gençlik Rock müzik üzerinden farklı fikirler doğuruyor olsada, yaratıcılığın bir okyanus olduğu o günlerde ilk büyük nehir King Crimson’dı. Albüm kaotik, sürreal  ve deneysel  bir atmosphere sahipti. Tek bir şarkı içinde bile birçok duyguyu veya tanımlamayı bulmak mümkündü.  Politik, nefret dolu, duygusal, deli, sakin, karanlık,depresif, estetik…eklektik…

Tüm bunların parça parça görüldüğü olmuştu ama tek bir kompozisyon içerisinde, üflemeliler eşliğinde bir concept, bir bütün olarak bu daha once hiç verilmemişti. 60’ların2.  yarısından itibaren gelişen müzik artık farklı bir konuma geldi ve bunun etkileri tüm dünyada görülmeye başladı.

Progressive Rock’ın farklı tanımları mevcuttur. Ancak verilecek en uygun tanım: farklı müzikal kültürlerin (özellikle Jazz, Folk/Etnik, Klasik) Rock temelinde bir araya gelmesi ve yorumlanması ile klasik Rock kalıplarının dışına çıkan yeni, yaratıcı ve deneysel bir müziktir. Tüm bunların yanında bu grupların veya müziğin bazı ortak noktaları mevcuttur. Müzikte sanat ve estetik anlayışı mevcuttur. Pasajlar genelde uzundur; şarkı içerisinde şarkılar (fikirler) mevcuttur, bu yüzden gel-gitler, iniş-çıkışlar oldukça fazladır. Emprovizasyon oldukça yoğundur; müzik ön planda olduğundan şarkılar içerisinde vokale ihtiyaç duyulduğu vakit genelde bu işi aralarında en iyi sese sahip olan yapar, yani extra bir vokalist genelde yoktur.  Klasik Rock enstrümanları dışında hammond org , sitar, flüt, keman, saksafon, mellotron…vs. kullanılmıştır. İlham kaynakları arasında Stravinsky… (klasik müzik) ve Coltrane… (jazz) gibi farklı müzik ekollerinden isimlerde mevcuttur.
Müziği anlatmak zordur; Hele bu müzik Progressive Rock ise bu iş daha da zor. Özgürlüğü açıklamak ne kadar zor ise müziği açıklamak ta o kadar zordur. Çünkü özgürlük kişiye göre değişen veya algılanan bir kavramdır. 60 ve 70’lerin müziğinin tüm dünyaya hatta gruplara olan etkisi farklılıklar gözetmiştir. Kimi gruplar Jazz kökeniden gelmekte Jazz ve Rock (Fusion)müziğin ışığında müzik yapmakta, kimileri kendi etnik, yöresel müziklerini Rock müzik ile birleştirmektedir. (Buna bizdeki en yakın örnek Moğollar’dır.) Gruplar aynı kuşağın gençleri olsada etkilenimleri birbirlerinden farklı oldu. Daha öncede yazdığım gibi birçok grubun, ülkenin  farklı “yaşanmışlıkları” vardı. İngiliz Comus ile Alman Frumpy’nin müzikleri, dönemsel olarak aynı havuzda dursalar da müzikal anlamda birbirlerinden oldukça farklıydılar. Tüm bu farklı fikirler, yorumlar, yaşanmışlıklar, etkilenmeler… beraberinde “Janra” kavramını Progressive Rock’a mecburen getirdi.

Ancak Janra’larda bazen grupları tanımlama açısından kafa karıştırıcı olmaktadır. Bunun nedeni grupların bir çoğu müzikal kariyerlerinde, albümlerinde hatta aynı şarkı içerinde bile müziklerinde ciddi farklılıklar göstermeleridir. Bu da birçok grubu birkaç janra ile açıklama gereğini doğurdu.  Buna en iyi örnek Pink Floyd’dur. Genelde Space Rock olarak adlandırılsalar da kariyerlerinde, Psychedelic Rock, Senfonik Rock’a uyan albümler mevcuttur.

En iyisi işe Janra’ların tanımları, nasıl çıktıkları, öncü grupları, önemli albümleri…vs. ile başlamak. Böylece albüm yorumlarına geçtiğimde müziği anlatmak biraz daha kolay olacak…

3 Mayıs 2011 Salı

Psychedelic Rock

Progressive rock’ın doğuşunu anlayabilmek için biraz daha öncesine gitmek gerekir.  Hatta ta William Burroughs’lara, Jack Kerouac’lara, Ginsberg’lere kadar…Beat kuşağı, her nekadar bizdeki anlamı ile dünyada kullanılan anlamı farklı olsada bizim tanımımıza göre “Beatnik” leri doğurdu. Aykırı, gelecek kaygısı olmayan, hiçbirşeyi umursamayan, sex’e geniş açı ile bakan, uyuşturucu ve alkol düzleminde yaşama tutunmaya çalışan bir kitle… kısaca toplumu bir düzen(!)de tutan ne varsa aksini yapan bazılarının tanımlamasına göre “aşağı tırmananlar”…

40’lar ve 50’lerde filizlenen Beatnik’ler ve Hipster’lar kendilerinden sonra gelen kuşağı tahmin edemeyecekleri boyutta etkilediler. Daha öncede söylediğim gibi müzik, hayat tarzı ve yaşanmışlık ile tarihin çeşitli vakitlerinde değişime uğramış ve popular kültürün aynası olmuştur. Bu etki, özellikle 1942-49 yıllarında doğan gençler de yoğun olarak görüldü.

O dönemin müziğine baktığımzda Jazz, Blues, Bop, Rock’n Roll, önde gelen popüler kültürlerdi. Dönemin gençlerini etkileyecek ve etkileyen müzik tarzları bunlardı. Ancak gençlik, olanı taklit etmekten ziyade kendilerine özgü birşeyler yapmayı tercih ettiler. Bu “birşeyler” biraz daha basit, biraz daha sert ve biraz daha aykırı olacaktı…Bu anlayış o dönemin 2 ülkesinde ağırlıklı olarak yeşerdi. Amerika ve İngiltere…Bu dönem ile birlikte bu 2 ülke uzunca bir süre müzikal anlamda bir çekişmeye girdiler. İngiltere biraz daha hızlı olan taraftı. 60’ların ilk yarısında Beatles’ın önderliğinde,The Yardbirds, Rolling Stones, The Animals, The Kinks …gibi gruplar ortaya çıktı. Özellikler Yardbird’s Rock müzik tarihinin en önemli okullarından biri oldu. Jimmy Page, Eric Clapton ve Jeff Beck gibi ustaların yetiştiği bir okul…Rolling Stones ve Beatles’ın eriştikleri konumdan bahsetmeye gerek yok zaten.

Amerika, 60’ların ortasından itibaren bu yarışa ortak oldu. Velvet Undergound, The Doors, her ne kadar ününü İngiltere’de bulsa da Jimi Hendrix, Janis Joplin, Jefferson Airplane,13th Floor Elevators…vs. bu dönemin önemli isimleriydiler. Amerika “aykırılığı” çok çabuk keşfetti. Bir gün Jefferson Airplane’in vokalisti Grace Slick, Beyaz Saraya davet edildiği bir partide Amerikan başkanı  Nixon’ın içkisine LSD atma amacı ile uzun tırnağının içinde içeri uyuşturucu sokmaya kalkıştı. Ancak grubun şarkı sözlerinden (genelde grubun şarkı sözleri uyuşturucu ve sex ile ilgiliydi ve çoğunu o yazardı)  dolayı ismi FBI listesindeydi ve içeri girmesi güvenlik tarafından engellenmişti. Grace Slick’in bir cümlesi gençliğin düşünce yapısını ortaya koyuyordu. Beatles’ın “I wanna Hold your hand” şarkısına cevaben “tabiki onun elini tutmak istemiyorsun, onu becermek istiyorsun” diyordu.  Tüm bunları düşünürsek müziğin aykırılıktan doğduğunu rahatça görebiliriz. Bu saydığım isimler ve gruplar müzikleri ile birlikte aykırı yaşam tarzları ile de öne çıktılar. 27 yaş sendromu (ölümleri) Rock tarihine Amerikan müzisyenlerinin armağan ettiği bir lanet oldu.

Amerika dolu dizgin giderken İngiltere henüz Rock’n Roll’dan sıyrılamamış, tam anlamıyla birşeyler yerli yerine oturmamıştı. 60’ların ortalarında İngiltere’de bazı şeyler değişmeye başyadı. The Who ve Cream gibi çok önemli gruplar kuruldu.  Grup müziği dışında bireysel yetenekli müzisyenlerde kendilerini göstermeye başladılar. Sadece bu 2 grupta Keith Moon, Eric Clapton, Pete Townsend, Ginger Baker gibi önemli virtüözler mevcuttu.

Işin siyasi ve toplumsal boyutuna bakar isek, gençliğin Vietnam Savaşına olan karşıtlığı beraberinde barış yanlılığını, dünyayı değiştirme güdüsünü, uyuşturucu ve seks’in serbestliği, kısaca limitleri olmayan bir özgürlük anlayışını doğurdu. Yani “Çiçek Çocuklar”ı… Gençlik  kapitalist düzeni protesto ediyor ve bu düzenin oluşturduğu toplum anlayışına karşı çıkıyordu. Bir “Underground Kültür” doğuyordu. Bu özgürlük anlayışı ve Albert Hofmann’ın keşfettiği halisünatik/Psychedelic  etkileri olan LSD kullanımı gençlik arasında çok popular olmaya başladı. Zaten bu döneme “Psychedelia” denmesinin altında yatan esas neden LSD tribinin yaşattıklarıdır.

Gençliğin eğilimi ve düşünce tarzının müziklerini etkilemesi kaçınılmazdı.  1966 yılında bir İngiliz grubu olan Pink Floyd, Syd Barrett önderliğinde ilk albümünü çıkardı; The Piper at the gates of Dawn”. Müzik farklıydı, sözler değişikti, bir formu yokt, kaotikti, içseldi, hiç bir tarza uymuyordu. Ancak kesin olan birşey müziğin son derece özgür ve bilinen kalıpların dışında olduğu idi. Beatles bile müziğin bu değişiminden etkilendi. Onlarında LSD ile tanışmaları ve belki de kariyerlerinde yaptıkları en iyi album olarak görülen “Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band” in çıkışında önemli bir etken oldu.

1966-69 psychedelia yılları tüm dünyayı etkiledi. Birçok ülkede “kendilerine özgü” Underground kültür doğdu. 1968’de Almanya’da Essen festivali bunun en iyi örneklerinden biridir. Daha sonra “Krautrock” olarak adlandırılacak underground kültürün seyirci ve dünya ile ilk buluşmasıydı. Bu festivalde Amon Düül, Roedelius, Tangerine Dream gibi avant-garde, psychedelic grup ve müzisyenler boy göstermiş ve seyirci tarafından çok beğenilmişlerdir.Bu dönemin Türkçe yorumuna Taner Öngür “Anadolu Pop” adını koymuştur. Erkin Koray, Cem Karaca, Barış Manço, Moğollar, Grup Bunalım…vb. Bu dönemin dünyaca bilinen Türk grup ve müzisyenleri oldular.

İşin İngiltere bacağında Fairport Convention, Small Faces, The Crazy World of Arthur Brown…gibi psychedelic gruplar kuruldu. Amerika tarafında saydıklarım dışında, Ford Theatre, Dragonwyck, Grateful Dead, H.P. Lovecraft, Vanilla Fudge..gibi gruplar vardı. Bu arada Arthur Brown’a biraz değinmek gerekiyor. Kendisi dönemi en iyi anlatan örneklerinden biri olmuştur. Ilk albümü olan “The Crazy World of Arthur Brown” da sonradan Emerson Lake & Palmer ile daha büyük bir üne kavuşacak olan Carl Palmer ve aynı şekilde Atomic Rooster’da çok popular olacak olan klavyeci Vincent Crane vardı. Arthur Brown iyi bir Hristiyan olsada albümdeki sözler şeytan’dan, ateşten, cehnnemden bahsediyordu. Grubun sahne performansı dah da ilginçti. Arthur Brown sahneye uzun pelerin, yüzünde boya ve maske, kafasının tepesine, şakaklarından çene altına doğru tutturulan, yanan bir meyva süzgeci ile çıkıyordu. ..sahnede “I am the God of Hellfire and I bring you fire…” sözleri ile kendine özgü dansı icra ediyordu. Tüm İngiltere onun müziğinin Kraliçe tarafından yasaklanacağına kesin gözü ile bakıyordu. Arthur Brown, concept mantığını albumün ve müziğin dışına, başka bir boyuta taşıyordu, hem de korkusuzca. Aynı duruma başka bir örnek Amon Düül 2 nin 1969 yılında çıkardığı ilk albüm olan “Phallus Dei” de görebiliriz. Phallus Dei Almanca: Tanrının penisi demektir.
Concept albümlerin ilk kırıntılarını her ne kadar 60’ların başında The Ventures’da görmüş olsak da, albümlerinde tam bir günü anlatan Moody Blues’un Days of Future Past bu tanımın en önemli albümü olmuştur.
(Ara bir bilgili olarak 1968 ve 1969 yılları “Hard Rock” veya “Heavy progressive” olarak adlandırılacak olan çok önemli İngiliz gruplarının kuruluş yılları olmuştur. Bunlar Deep Purple, Led Zeppelin, Uriah Heep ve Black Sabbath’tır. Bu gruplar aslında The Who ve Cream ekolünün, Led Zeppelin hariç, “klavye” eklenmiş hali ile devamı gibidir. Rock müzik tarihinin birçok önemli isimi bu gruplarda çalmıştır. 70’ler diyince akla gelen ilk gruplar olmuşlardır.)

Tüm bu müzikal gelişmeler 1969 yılında King Crimson’ın çıkardığı “The Court of the Crimson King” ile farklı bir boyuta taşındı. Bu album Psychedelia döneminin gruplarını da içine alacak olan daha büyük bir başlığın, Progressive Rock’ın doğuşun ilk ürünüdür. Bu tarihten sonra dağınık gezinen fikirler düzensilik içerisinde belli bir düzene oturacak ve ne olduğu daha bilinen albümler ortaya çıkacaktı.

Artık bundan sonraki yazıda Progressive Rock'a geçeceğim. Prog Rock'ı anlatmak ve anlamak için Psychedelia dönemine mutlaka değinemem gerekiyordu.